Dünyayı değiştiren insanlar serimizin 12. bölümüne hoş geldiniz. Bu bölümdeki konuğumuz Maria Salomea Skłodowska. Muhteşem bir kadın. Çoğunuz onu, Fransız aksanının biraz değişime uğrattığı ismi ve evlendikten sonra aldığı eşinin soyadı ile tanıyorsunuz. Marie Curie. Onun hikayesi azmin hikayesi. Onun hikayesi hem yoksulluğun, hem zenginliğin, hem acının, hem başarının, hem kadının bilimle yoğrulmasının hem de cinsiyet ayrımcılığı ile savaşmanın hikayesi. Öyle bir kadın ki Marie, tüm insanlığın ondan ilham alması kaçınılmaz. İlklerin kadını. Kendisi Nobel Ödülü kazanan, Avrupa’da doktora yapmış, Paris Üniversitesi’nde ders veren ve aynı üniversitede profesör unvanı alan ilk kadın. Ayrıca iki farklı dalda Nobel Ödülü almış tek kadın. Ve tüm bunları 20. Yy’ın başlarında, cinsiyet ayrımcılığının kol gezdiği, kadınlar ne bilir ne anlar ki dendiği, onlar sadece insan neslinin devamlılığını sağlamak için varlar gözüyle bakıldığı bir dönemde gerçekleştirdi. Nasıl mı? İşte bilim için ölen kadının hikayesi.

Erken Dönemleri:

1870’li yıllar, Polonyalı küçük Marie, Ruslar tarafından işgal edilmiş Varşova’da, ailesiyle mütevazı bir hayat yaşıyordu. Okumayı ablasından bile önce daha küçücükken öğrenmişti. 4 çocuğuna bakamadığı için okul yöneticiliğinden ayrılmak zorunda kalan annesi veremden öldüğünde, Marie yaşamının ilk derin acısını yaşamış oldu. Tüm zorluklara rağmen oldukça başarılı bir öğrenciydi. Liseyi birincilikle bitirdi. Ve bu başarısı altın madalya ile ödüllendirildi.

Marie yüksek öğrenim görmeyi çok istiyordu ancak o yıllarda ülkelerinde kadınların üniversiteye gitmesi yasaktı. Rus yetkililerin düşüncelerinden dolayı babasının işine son vermesi yüzünden maddi durumları yurt dışında üniversite okumaya da el vermiyordu. Bu yüzden ablasıyla şöyle bir plan yaptılar. Marie önce ablasının Fransa’da eğitim görmesi için çalışacak ve ona para gönderecekti. Okulu bittikten sonra da ablası onun için aynı şeyi yapacaktı. Ablasını üniversiteye gönderen Marie 7 yıl boyunca çalıştı ve hem ablasına para gönderdi hem de kendisi için para biriktirdi.

O dönemde kadın hakları sadece bir masaldı. Üniversitelerde kadın görmek imkânsızdı ve aynı işi yapsalar bile kadınlar erkeklerden 4 kat daha az kazanıyordu. 1891 yılında ablası mezun olduğunda, 24 yaşına gelmiş olan Marie’ye gelmişti artık sıra. Varşova’dan trene atlayıp Paris’e gitti. Bilimsel çalışmalarına hemen başlamak isteyen Marie, Sorbonne Üniversitesi’nin Fen Fakültesi’ne kaydoldu. Fakat yoksulluk peşini bırakmıyordu. Çoğu günlerini ekmek ve çayla açlık sınırında geçiriyordu. Bir öğrenci mahallesinde tuttuğu çatı katında yoksulluk içinde yaşıyor, masraf olmasın diye kendisine yakacak bile alamıyor, bazen soğuktan tir tir titriyordu. Okula devam edebilmek için laboratuvardaki fırınların başında gözcülük yapıyor bazen de şişeleri yıkıyordu.

2 yıl bu ağır şartlara katlandı. Ne var ki yoksulluk Marie’nin direncini kırmaya yetmedi. Mezun olur olmaz fizikte yüksek lisans yapmak için girdiği sınavda birinci oldu. Bir yıl sonra da matematikte yüksek lisansa başladı. Marie zamanının çoğunu laboratuvarda geçiriyordu. İleride eşi olacak adamla da bir laboratuvar ortamında tanıştı. Pierre Curie. O zamana kadar, Pierre Curie’nin şansı kadınlardan yana hiç yaver gitmemişti. Karşı cinse ön yargı ile bakıyordu. Ona göre dahi denilebilecek kadın yok denecek kadar azdı. Sıradan kadın, bir bilim adamı için ayak bağı olmaktan ileri geçmez diyordu. Fakat Marie, onun bu düşüncelerini tamamıyla değiştirdi, böylece hem bilimsel çalışmalarını hem de hayatlarını 1895 yılında birleştirdiler. Maria Sklodowska artık Marie Curie adını almıştı.

Çalışmaları:

Bu genç karı kocanın ortak ilgi alanları radyoaktiviteydi. Marie’nin doktora hocası olan Henri Becquerel, uranyumun kendiliğinden, X ışınına benzeyen ve fotoğraf filmiyle etkileşime girebilen gizemli bir ışın yaydığını keşfetti. Bulduğu şey daha sonra radyoaktivite olarak adlandırılacaktı. Çok geçmeden Curie de toryumun benzer bir ışın yaydığını keşfetti. Daha da önemlisi, bu ışının gücü, fiziksel ya da kimyasal değişimlerden etkilenmiyordu ve sadece elementin miktarına bağlı olarak değişiklik gösteriyordu. Bu Marie’nin şu sonuca varmasına yol açtı: Radyasyonun kaynağı her elementin atomlarının içinde var olan temel bir şey olmalıydı. Bu radikal bir fikirdi ve atomun bölünemez olduğuna dair kalıplaşmış fikri çürütmeye yardımcı oldu.

Ardından, uranyum oksit denilen süper radyoaktif bir maden filizine odaklanarak, Curieler uranyumun bütün radyasyonu tek başına yaratıyor olamayacağını fark etti. Yaptıkları deneylerde uranyum maden filizinde normalin çok daha üzerinde bir ışıma tespit ettiler. Maddenin tüm bileşenlerini hesaba kattıklarında ne olduğunu bilmedikleri sadece 1/1000’lik bir kısım kalıyordu. Ama nasıl olabilirdi ki? Bu yüksek ışımanın sebebi sadece 1/1000’lik bir kısımdan kaynaklanıyorsa bu çok güçlü, aşırı radyoaktif yeni bir element olabilir miydi?

Burada bir araya girmek istedim. Birazdan izleyecekleriniz bizim anlatırken bir çırpıda söylediğimiz şeylerin arka planında nasıl zorlukların yattığını gösteren ve bilim tarihinde yaşanmış en zorlu süreçlerden biri. İşte falanca bilim insanı şunu keşfetti. Filanca bilim insanı bunu yaparak şunu icat etti falan diye anlatıyoruz ya. Dile kolay değil mi? Buldu, keşfetti. Bakın şimdi o keşiflerin ve icatların arka planında nasıl fedakarlıklar, acı, gözyaşı, sabır ve zekâ yatıyor onu izleyeceğiz.

Polonyum ve Radyumun Keşfi:

Curieler hemen çalışmalara başladılar. Uranyum maden filizi pahalı bir metaldi ve yalnızca Avusturya’dan sağlanabiliyordu. Kısıtlı mali olanaklarıyla filizi olduğu gibi değil, uranyumu alınmış kalıntısını satın alabileceklerdi. Çünkü yeni elementin kalıntıda olduğuna emindiler. Avusturya hükümeti istenen kalıntıyı taşıma ücreti karşılığında göndermeyi kabul etti.

Curilere bu çalışmalarını yapmaları için bir laboratuvar gerekiyordu. Üniversiteye taleplerini ilettiklerinde onlara ancak tavanı akan, kışın soğuk yazınsa sıcaktan bunaltan derme çatma bir baraka tahsis edebildiler. İşte bu noktada bilim tarihinin en yorucu ve yıpratıcı araştırması başladı. Önce kalıntıyı ocak üzerinde kocaman kazanlarda kaynatıp arındırma işlemiyle başladılar. Eriyik, sürekli karıştırılarak filtreden geçirildi. Kapalı yerde çıkan gaz çoğu kez dayanılamayacak yoğunlukta olduğundan kazanlar, hava koşulları elverdiğinde, üstü açık avluya taşındı.

İki yıl boyunca tonlarca uranyum maden filizini kaynattılar süzdüler ve arındırdılar. Bu sürede sağlıklarını göz ardı ediyorlardı. Üstelik bilim dünyası henüz radyoaktivitenin insan sağlığına nasıl bir zarar verdiğinin farkında değildi. Sonunda az miktarda bizmut bileşiği elde ettiler. Bu bileşimin uranyumdan 300 kat daha aktif olduğu göz önüne alındığında bu bile küçümsenecek bir başarı değildi. 1898’de Toryumun radyoaktif özelliğini keşfeden Marie, ülkesinin adıyla andığı “Polonyum” elementini bulduklarını açıkladı. Fakat sorun henüz tam olarak çözülmüş değildi. Çünkü polonyum çıkarıldıktan sonra geri kalan posanın çok daha güçlü olduğunu gördüler.

Çalışmalara devam ettiler ama tek bir süreçte geriye kalan radyumu, baryumdan ayrıştırmanın yolunu bulamadılar. Baryumu ancak çok ama çok küçük miktarlarda ayrıştırmanın bir yolunu bulabildiler. Teoride baryum tamamen temizlendiğinde geriye sadece radyum kalacaktı. Kristalizasyon yöntemiyle 2 yıl boyunca binlerce küçük kapta baryumu radyumdan ayrıştırmaya çalıştılar. Sonunda bütün bu kaplardan geriye kalan hepsinden arındırılmış maddeyi içeren son kristalizasyon işlemine geldiler. Binlerce buharlaştırma kabından geriye kalan son şey… O tarihi an gelmişti. 8 ton uranyum maden filizi ve 4 yıllık çalışmanın sonucu bu küçücük kâsenin içerisindeydi. Birkaç saat içerisinde kâsenin içerisindeki su buharlaşacak ve sadece saf radyum kalacaktı.

Aradan saatler geçti. Fakat oda neydi? Buharlaşan sudan geriye kalan hiçbir şey yoktu. Sadece bir iz, bir leke kalmıştı. Yıllar süren çalışma, emek, sabır, ter ve gözyaşı yerini bir porselen tabağın dibindeki komik lekeye bırakmıştı. Marie adeta yıkıldı. Günlerce kendine gelemedi. Nasıl böyle bir sonuca vardıklarını anlamaya çalıştı. Radyum neredeydi? O yüksek radyoaktivitenin kaynağı nereye kaybolmuştu? Günler sonra aklına o tabaktaki iz geldi. Acaba bulmayı bekledikleri şey bir tutam tuz kadar bile olmayabilir miydi? Belki de 8 ton uranyum filizinden geriye kalan radyum gözle bile görülemeyecek kadar azdı. Hemen laboratuvarlarına geri döndüler. Saat gecenin bir yarısıydı. Ve işte gördükleri şey… evet evet o gördükleri şey muazzam güzellikteki radyumlarıydı. Curieler şunu anladı. Radyum o kadar güçlü bir radyoaktifliğe sahipti ki o tabakta kalan ve sanki hiçbir şey yokmuş gibi görünen leke aslında uranyumdan 1 milyon kat daha radyoaktif olan radyum elementiydi. İşte tam da bu yüzden çok ama çok azdı.

Son Dönemler:

Radyoaktivite konusundaki araştırmalarından ötürü Marie–Pierre Curie çifti ve Henri Becquerel 1903 yılında fizik dalında Nobel Ödülü aldılar. Aynı yıl Marie Curie doktorasını vererek gelişmiş bilim dalında doktorasını alan ilk kadın unvanını aldı. Radyumun kötü dokuların tedavisinde kullanılması fikri de yine o yıllarda tartışılmaya ve hatta uygulanmaya başlandı. Nobel Ödülü çiftin dünyaca tanınmasını sağlarken, maddi açıdan da rahatlattı ve yaptıkları borçları ödemelerini sağladı. Curie çifti, öğretmenlik yapmaya ve deneylerini sürdürmeye devam etti. Aşırı derecede radyasyona maruz kalmaları özelikle elleri ve kolları olmak üzere yaralara yol açmaya başlamıştı. Ancak onlar yılmadan çalışmalarına devam ettiler.

İnsanlığın yararı için sarf ettikleri her türlü keşfi, teklif edilen çeşitli önerilere rağmen geri çevirdiler ve radyumun patentini almayı reddettiler. Oysa kendi keşiflerinin bir gramının ederiyle, bir servet kazanabilirdiler. Ama yapmadılar, hatta şaşkınlıkla şu soruyu sordu Marie; “Radyum bir elementtir, herkesin malıdır. Nasıl bir kişiye ait olabilir?” Bu sözler adeta bir bilim kadınının metalaşmaya, kapitalizme direnişiydi. Maddi çıkarın bilimin ruhuna uymadığının göstergesiydi.

1906 yılında beklenmedik bir kaza bu uyumlu çifti birbirinden ayırdı. Pierre Curie bir at arabasının altında kalarak can verdi. Bu Marie için hayatının en büyük yıkımıydı. Fakat devam etmek zorundaydı. Kocasının Sorbonne’daki görevini devraldı ve tüm eleştirilere rağmen Sorbonne’daki ilk kadın profesör oldu. 1911’de ise, kimya dalında polonyum ve radyumun keşif ve araştırmalarından ötürü ve bir elementin başka bir elemente dönüşebileceğini kanıtlamasıyla Nobel’in ikinci kez sahibi oldu. Böylece tarihte iki defa farklı alanda Nobel Ödülü alan ilk insan oldu. Bugün de iki Nobel Ödülü sahibi olan bir avuç insandan biri.

Ölümüne kadar radyum üzerinde çalışan Marie Curie’nin, insanlığa sağladığı bu faydaların kendisi için ağır bedelleri oldu. 4 Temmuz 1934 yılında kan kanseri nedeniyle Savoy’da hayata gözlerini yumdu. Vücudu aşırı derecede radyasyona maruz kalmış, hemen her organı hasar görmüştü. Bu yüzden ona “Bilim için ölen kadın” denildi.

Marie’nin laboratuvarında çalışırken kullandığı aletlerin bir kısmını bugün Varşova’daki Marie Curie Müzesi’nde görmek mümkün ancak hiçbir zaman yanından ayırmadığı not defteri içerdiği radyasyon nedeniyle Fransa’daki özel bir kasada tutuluyor. Eğer onun el yazmalarına bir göz atmak isteseydiniz, radyoaktif kirlilikten korunmak için koruyucu giysiler giymeniz ve bir feragatname imzalamanız gerekecekti. Madam Curie’nin cenazesi de kurşun kaplı bir tabutla ölüm sebebi olan radyasyonu dışarı geçirmeyecek şekilde muhafaza edilerek toprağa verildi.

Sonuç:

Marie Curie’nin bu devrim niteliğindeki çalışmaları fizik ve kimyayı kavramamız için gerekli zemini oluşturdu. Onkoloji, teknoloji, tıp, nükleer fizik ve daha birçok alanda çığır açtı. Radyasyonla ilgili keşifleri, bilimin en büyük sırlarından bazılarını gün ışığına çıkararak yeni bir dönem başlattı.

“Şöhretin yozlaştıramadığı tek insan” bu sözler Einstein tarafından Marie Curie için söylendi. Gerçekten de öyleydi. Zorunlu olmadıkça makyaj yapmazdı. Pek takı takmaz, giyimine kuşamına hiç önem vermezdi. Resmi törenlerde giymek üzere siyah, dantelli bir tuvaleti vardı o kadar. Şatafattan, resmiyetten kaçınır, övüldüğü zaman utanırdı.* Hatta bir keresinde kapılarına kadar gelen Amerikalı bir gazeteci bahçede Marie Curie ile karşılaşmış ancak bakımsız görünen bilim kadınını tanıyamamıştı. Madame Curie ise kendisini hizmetçi sanan gazeteciye karşı gayet kibar davranmıştı. Gazeteci daha sonra büyük bir gaf yaptığını fark edecek ve Curie’nin şu sözlerini hayatı boyunca unutamayacaktı. Madame Curie’nin kendisini görmeye gelenlere tek bir mesajı var. “İnsanlara daha az, fikirlere daha fazla ilgi gösterin.”

Kaynaklar ve İleri Okuma:

Marie Curie, Bir Bilim Kadınının Olağanüstü Öyküsü – EVE CURIE

Bilime Yön Verenler – PROF.DR. YÜKSEL ÖZDEMİR

https://tr.wikipedia.org/wiki/Marie_Curie

https://www.imdb.com/title/tt0036126/?ref_=nv_sr_srsg_0

https://www.ted.com/talks/shohini_ghose_the_genius_of_marie_curie/transcript?language=tr#t-284292

https://explore.psl.eu/en/discover/virtual-exhibits/marie-curie-1867-1934/warsaw-paris-1867-1891

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen adınızı buraya girin