Holosen biyografi serisinin 10. Bölümüne hoş geldiniz arkadaşlar. Bu bölümde bizden biri, Mimarların Piri, Sinaneddin Yusuf ya da daha bilinen adıyla Mimar Sinan’ı ağırlıyoruz. Bu coğrafyada yaşayan herkesin onu iyi kötü tanıdığını söylesek yanlış olmaz. Çünkü Sinan hayatı boyunca o kadar çok eser inşa etti ki insanın inanası gelmiyor.

91 cami, 56 medrese, 51 mescit, 49 hamam, 36 saray, 20 kervansaray, 20 türbe, 18 aşevi, 10 köprü, 8 mahzen, 7 dar-ül kurra, 6 su kemeri, ve 3 hastane olmak üzere 375 eserde doğrudan ya da dolaylı olarak onun eli var. İstanbul başta olmak üzere neredeyse tüm Osmanlı coğrafyasına eserler bırakmış. İnce ve hassas sanatını her eserinde başka bir şekilde dile getirmiş. Yenilik, işlev, zeka ve estetiği birleştirmiş.

Peki bir insan nasıl olurda bu kadar çok eseri bir ömrün içine sığdırabilir?

Öncelikle imparatorluğun her tarafındaki yapı eyleminin baş sorumlusu olan Sinan’ın kolektif bir üretimin başındaki kişi olduğunu unutmamak gerek. Onu büyük bir mimari firmanın tasarlayıcı mimarı olarak görmek, elinde taşçı kalemiyle çalışan bir Selçuklu ustası gibi görmekten daha mantıklı. Sinan’ın yapı listelerindeki bazı yapıların onun tasarımları ışığında kalfaları tarafından yapıldığını biliyoruz. Ayrıca birçok caminin ince işçiliğini de usta ellere teslim etmiş. Zira, bu kadar çok eserin her bir detayıyla bizzat ilgilenmesi imkânsız. Ama Şehzade, Süleymaniye ve Selimiye gibi başyapıtlarda durum farklı. Bunların birçok detayıyla büyük usta bizzat ilgilendi.

Fakat sorunun asıl cevabı Sinan’ın çok çalışkan olmasıyla alakalı. Ayrıca gerçekten üstün bir liderlik özelliğine sahip olması da cabası. Sinan emrindeki binlerce insanı yönetmede ve bir işi organize etmede oldukça mahirdi. Mimarbaşı olmak sadece tasarlamak değil aynı zamanda büyük bir parayı, lojistiği ve insan gücünü yönetmeyi de gerektiriyordu. Sinan’ın başarılarından biri de buydu.

Bir de döneminin en büyük imkanlarına sahip olduğunu da unutmamak lazım. Hayatı boyunca üç Osmanlı padişahının döneminde baş mimarlık görevi yapan Sinan’ın padişahların gözünde yeri çok özeldi. Hepsi ona tam olarak güvendiler ve koca bir imparatorluğun tabiri caizse Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı ona verdiler.

Sinan, yeniçeriliği boyunca anıtlarıyla zengin sayısız şehir görmüştü. Bütün bir Orta Doğu, Balkanlar, Orta Avrupa, İran ve Kırım topraklarında yeşeren mimari geleneklerden haberdardı. Ayrıca mimari görgüsü yanında yoğun uygulamacılığı, Sinan’ı klasik Osmanlı-Türk Mimarisi’nin sentezine götürebilmişti.

O, kendi zamanında yaşayan diğer mimarların pek çoğunun ilerisindeydi. Çağının tekniklerini kullanmada olağanüstü ustaydı. Sadece iyi bir mimar değil aynı zamanda iyi bir mühendisti. Denge ve dayanıklılık bakımından Sinan’ın yapıları birçok çağdaşından üstündü. Onun eserleriyle yaşıt olanların pek çoğu ancak sürekli onarımlarla ayakta durabilirken, İstanbul’un geçirdiği büyük deprem ve sel felaketlerine rağmen, Sinan’ın pek çok eseri hala dimdik ayakta.

Bu videoda Mimar Sinan’ın birçok eserinden bahsederken, özellikle ikisi üzerinde duracağız. Kendisinin kalfalık eserim dediği Süleymaniye ve ustalık eserim dediği Selimiye’yi iki görkemli başyapıt olarak özellikle inceleyeceğiz. Çünkü bu iki eser sadece yerelde değil, insanın yaratıcı dehasının şaheserleri olarak evrenselde de üstün bir değer taşıyorlar. Süleymaniye 1985’te, Selimiye ise 2011’de UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine alındı.

O zaman gelin dünya tarihine damgasını vurmuş bu muhteşem mimarın hayatına yakından bakalım. Orta Anadolu’nun küçük bir köyünden çıkıp da nasıl koca bir imparatorluğun gözde mimarbaşı olduğunun hikayesini inceleyelim.

Başlıyoruz.

1-Mimar Sinan’ın Erken Dönemleri

1.1-Çocukluğu

Sinan’ın içerisinde yaşadığı 16.yüzyılda Osmanlı Devleti, siyasi güç açısından tarihindeki en yüksek seviyeye ulaşmıştı. Bu yüzyılda Osmanlı’nın saltanat makamında II.Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II.Selim ve III.Murad bulundu.

Böylesine önemli bir çağ olmasına rağmen, Mimar Sinan’ın hayatına dair elimizde ne yazık ki çok az belge var. Doğrudan bilgi alabileceğimiz sadece iki otobiyografik tezkire var ki bunlar da çok fazla bilgi içermiyor. Mimar Sinan’ın yakın arkadaşı Sai Mustafa Çelebi’nin kaleme aldığı Tezkiretü’l-Ebniye ve Tezkiretü’l-Bünyan, onun hayatına dair elimizdeki en geçerli kaynaklardan. Sinan’ın hayatını bir de vakfiyelerinden biraz biliyoruz.

Osmanlı kültüründe Batı’da olduğu gibi yazılı yorum, biyografi ya da monografi gibi sanatçının toplum içindeki konumunu aydınlatan bir düzyazı bulmak oldukça zor. Dolayısıyla aslında Sinan’ı en iyi eserlerinden tanıyoruz. Sinan’la Sinan’ın yapıları eş anlamlı oluyor.

Resmi belgelere göre Sinan, 1490’da Joseph adıyla Kayseri’ye bağlı Gesi nahiyesinin Ağırnas köyünde doğdu. O bölgede yaşayan gayrimüslimlerdendi. Babasının adı tarihçi Franz Babinger’e göre Hristo’ydu.

Sinan’ın etnik kökeniyle ilgili tartışmalar var. Yaşamına ve ailesine ilişkin belgeleri bulup yayımlayan, ayrıntılı olarak inceleyen ve tartışan tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’ya göre Rum kökenli. Onun Kayseri’deki Rum geçmişine dair sunulan en sağlam kanıt, Sinan’ın Aralık 1573 tarihinde çıkarılan bir kararname üzerine, Akdağ Kadısı aracılığıyla sultandan bir ricada bulunması. II.Selim döneminde Kıbrıs fethedildikten sonra Kayseri bölgesindeki zimmilerin, (yani İslam Devleti içinde yaşayan ve vergi veren Hristiyan ve Yahudiler’in) adaya yerleştirilmelerine karar verilmişti. O dönemde Hassa Mimarbaşı olan Sinan, sultana bir mektup göndererek akrabalarının affedilmesini istedi. Böylece Sinan’ın Hristiyan akrabaları Kayseri’de yaşamaya devam ettiler.

Anlayacağınız Sinan, Kayseri, Ağırnas’ta bir Rum ve Ortodoks Hristiyan olarak doğdu. Ayrıca kaynaklarda kendi ağzından da açıkça ifade ettiği üzere bir devşirmeydi. Devşirme sistemiyle birlikte Joseph adı değiştirilerek Yusuf yapıldı. Böylece Sinaneddin Yusuf adını almış oldu. Yaşlılığında daha çok Koca Sinan adıyla anılacak olan mimar, kendinden Abdülmennan oğlu Sinan diye söz ediyordu. Abdülmennan, sonradan Müslüman olan gayrimüslimleri ifade etmek için kullanılan bir ifadeydi. Allah’ın kulu anlamına geliyordu.

Mimar Sinan’ın doğduğu yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun başında II.Bayezid vardı. 1481 yılında Osmanlı tahtına geçen II.Bayezid, 1512 yılında vefat edince, yerine oğlu I.Selim (Yavuz Sultan Selim) geçecekti. Sinan imparatorluğun bu döneminde babasına işinde yardım ederek büyüdü ve askere alındığı zaman, inşaat işlerinin pratikliği konusunda iyi bir temele sahip olacaktı.

Dünyanın en büyük mimarlarından biri, Orta Anadolu’nun küçük bir yerleşme bölgesinde doğmuştu. 15.yüzyılın sonunda çevresini algılamaya başlayan bu çocuk, mimarînin mekan yaratmak anlamına geldiğini kavrayarak hem çevresindeki eserleri algılıyor, hem de yapı ustalarını seyrediyordu. Taş ve ahşap evlerin nasıl yapıldığını izliyor, bağ duvarlarının nasıl örüldüğünü gözlemliyordu. Taş ve ahşap işçiliği konusundaki bilgi ve görgüsü daha çocukluğunda zenginleşmeye başlamıştı. Çünkü Sinan bu işlere daha o zamanlar ilgi duyuyordu. İleride, çoğu kimsenin köyünden kasabasından ayrılmadan ömrünü tamamladığı bir çağda, seyahat ve seferlerle yeryüzünün eski ve ünlü anıtlarını da görecek ve görgüsünü iyice arttıracaktı.

Ama bunun için bir dönüm noktasına ihtiyaç vardı.

O dönüm noktası Osmanlı’nın asker ve bürokrat yetiştirmek için geliştirdiği devşirme sistemiydi.

1.2-Devşirme Sistemi

Sinan, Yavuz Sultan Selim’in padişah olup Osmanlı İmparatorluğu’nun başına geçtiği yıl, yani 1512’de, bir devşirme olarak Kayseri’den İstanbul’a getirildi. Osmanlı hizmetine alındı. Burada Yeniçeri Ocağı subayı olarak yetiştirilecek ve Müslüman olacaktı.

Devletin asker ve yönetici ihtiyacını karşılamak için Hristiyan ailelerin erkek çocuklarından sağlıklı, düzgün ve zeki olanlarının seçilerek İstanbul’a getirilmesi ve çok iyi bir eğitim döneminden sonra devlet hizmetlerinde istihdam edilmesine devşirme sistemi deniyor. Osmanlı döneminde birçok komutan ve devlet adamı devşirme kökenliydi. Daha önceki İslam devletlerinde görülmeyen bu işlem, önceleri askere duyulan ihtiyaç, daha sonra da nitelikli yönetici yetiştirmenin bir yolu olarak uygulandı.

Devşirme sistemini gösteren bir minyatür

Giderek büyüyen bir imparatorluğun yönetiminde akrabalık ve aşiret ilişkilerinin merkezi yönetim açısından sakıncalı görülmesinden dolayı, yüzde yüz itaatkâr bir elit sınıfın yaratılması yoluna gidilmişti. Böylesine garip, tartışmalı fakat bir o kadar pragmatik sonuçlar veren buluşun gerçek sahibi bilinmiyor. Fakat İstanbul’un fethinden önce ortaya çıkmış gibi görünüyor.

Devşirilecek çocukların 8-18 yaşları arasında, sağlıklı, anatomisi ve fizyonomisi düzgün, gürbüz, zeki ve akıllı olması gerekirdi. Henüz gözü açılmamış, eğitilmeye müsait, saf ve temiz çocuklar seçilirdi. Bu çocuklar zekâ testinden geçirilirdi. Çocuklardan en sağlıklı olanı tercih edilirdi. Tek çocuğu olan ailelerden devşirme alınmazdı. Türkler, Kürtler, Yahudiler, Ruslar, Çingeneler, Gürcüler ve Acemler devşirme yapılmazdı. Bu bilgilere göre Sinan’ın çok çocuklu bir ailenin en seçkin oğlu olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca 22 yaşında devşirildiğini de göz önüne alırsak bu konuda bir istisna uygulandığını söylemek yanlış olmaz.

Bu sistem sayesinde ülkenin en zeki çocukları, yani beyin gücü İstanbul’da toplanırdı. Devşirmenin amacı İslam-Türk terbiyesi ile bezenmiş, padişaha bağlı bireyler yetiştirmek ve bunları sarayda, orduda ve diğer idari birimlerde istihdam etmekti. Devşirmelerin yapıldığı dönemde ulema, bir kısım divan, mali işler ve yazı işleri çalışanları dışındaki bütün devlet adamları ve kapıkullarının dörtte üçü devşirmelerden oluşuyordu.

Devletin güçlü olduğu dönemlerde devşirme asıllı olanlar devlete son derece sadıktılar. Çocuğunu devşirme olarak veren aileler belli başlı vergilerden muaf tutuluyordu. Bu sebeple gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının bir kısmı çocuklarını devşirme yazdırabilmek için can atıyordu. Ama bazıları da bu sistemi hiç doğru bulmuyordu. Mesela Avrupa’da çocukların zorla toplatıldığı gerekçesiyle sistem eleştiriliyordu. Bunun yanında dinlerinin zorla değiştirilmesi de eleştiri konusu oluyordu.

Her şeye rağmen devşirme sistemi, devletle gayrimüslim Osmanlı vatandaşları arasındaki bağlılığı kuvvetlendiriyordu. Bu sistem sayesinde gayrimüslimler devleti kendilerinin devleti kabul ediyorlardı. Çünkü kendi çocukları devlet yönetiminde ve orduda görev yapıyordu.

Devşirilen oğlanlar önce dini eğitim alır, Türkçe’yi öğrenir ve bu şekilde Enderun Mektebi’nde sistemli bir eğitimden geçirilirdi. Enderun’da her koğuşun başında sorumlu bir lala bulunur, koğuşun faaliyetleri bir deftere kaydedilirdi. Çocuklar çok disiplinli bir eğitimden geçirilir, en ufak kusurları dahi hoş görülmezdi. Eğitimde zekâ, kabiliyet, azim, sadakat, disiplin ve dürüstlük esaslarına uyulurdu.

Öğrenciler güneş doğmadan kalkar, Enderun hamamında yıkanır, sabah namazını ağalar mescidinde padişahla beraber kılar ve kahvaltı yaparlardı. Daha sonra saray içinden ve dışından gelen meşhur alimler teorik ders verirlerdi. Öğleden sonraki zamanlarında ise okçuluk, güreş, mızrak, cirit, binicilik gibi spor eğitimleri alırlar, odalar arası spor yarışmaları yaparlardı. Bu sebeple her birisi güçlü, kuvvetli, çevik ve dayanıklı olurdu.

Özetle devşirme sistemi sultana sadık bir asker ve memur grubu yaratmak için kullanıldı. Devşirmeler; sadrazam, vezir, seçkin piyadeler, generaller, amiraller ve bürokratlar oldular. Geri kalanlar ise Yeniçeri olarak orduya katıldılar.

Bir devşirme olan Sinan’ın ruh halini ve nasıl bir sistemin içinden çıktığını anladığımıza göre devam edebiliriz.

1.3-Eğitim Hayatı

Acemi Oğlanlar Ocağı sınıfı altında yetiştirilen herkesin askerlik yanında bir de meslek edinmesi sağlanırdı. Sinan burada öteden beri ilgi duyduğu dülgerlik mesleğini seçti.

Dülgerlik günümüzde yok olmaya yüz tutmuş bir meslek. Dülgerler, geleneksel Türk ahşap bina inşaatı konusunda uzmanlaşan bir meslek koluydu. Sinan başlangıçta dülgerlik ve matematik öğrendi, ancak entelektüel nitelikleri ve tutkuları sayesinde kısa sürede önde gelen mimarlara da yardım etti. Dülgerlik, Sinan’ın içindeki, bir şeye biçim vermek duygusunun karşılığıydı. Bu duygu dülgerlikteki maharetiyle birlikte serpilip büyüyordu. Bir gün gelecek dülgerlik bu duyguyu karşılamaya yetmeyecekti. İşte o zaman Sinan, insanlığın hayranlıkla seyredeceği daha büyük sanat eserlerini gerçekleştirme peşinde koşacaktı.

Sinan ahşap sanatıyla, maddeye biçim verme yeteneği edinmişti. Bu işle birlikte bunun kadar önemli bir başka erdem daha kazandı. Sabır. Dülgerlik ona sabretmesini öğretmişti. Ahşabı işleyip belirli bir forma sokmak için bazen günlerce çalışıp didinmesi gerekiyordu. Aceleci olmaya gelmiyordu bu işler. Sinan’da da bu sabrı gösterecek irade vardı. Bir işi asla yarım bırakmazdı. Ama sadece iş olsun diye alelade tamamlamaktan da kaçınırdı. Orta yolu bulmasını bilirdi.

Ağırnas’ta geçirdiği 22 yıllık köy hayatından sonra Sinan, o güne kadar fiziki çevresinde gördüğü yapılardan çok daha fazlasını Konstantiniyye’de gördü. Henüz kendi eserlerini ekleyemediği bu şehir, Eski Roma dokusuna eklenmekte olan Osmanlı kubbeleriyle şaşırtıcı bir mimarlık kitabı gibiydi. Çeşitlilik çok fazlaydı: Bizanslı mimarların didiklediği Roma kalıntıları, Haçlılar’ın yağmasından kurtulabilen Bizans eserleri ve başlangıç halindeki Osmanlı mimarisi.

Sinan bir Yeniçeri ve Dülger olarak farklı ülkelere yaptığı seyahatlerde gördü ki; tarihin değişik katmanlarında üretilmiş kadim yapılar her coğrafyada farklıydı. Atina’da başka, İstanbul’da başka, Kayseri’de başkaydı. Her birinde mimarlar farklı düşünmüş, her dönem, kendi yapısını bambaşka bir toplumsal ideale göre şekillendirmişti. Kadim mimarî Doğu’da farklı, Batı’da farklıydı.

Geleceğin başmimarı eğitim dönemini Sai Çelebi’nin aktarımıyla kendi ağzından yıllar sonra şöyle anlatacaktı:

“Bu değersiz kul, Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesidir. Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi ve görgümü artırdım. İstanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.”

2-Askeri Kariyeri

Dülgerliğin ve mimarlığın yanında güreş tutmayı, kılıç kullanmayı, savaşta sağ kalmayı, kısacası iyi bir asker olmayı öğrenen Sinan, askerlik kariyerine başladığında kara yağız, kuvvetli bir delikanlıydı. Kayserili Sinan diye anılırdı. Kılıç tutuşu, ok atışıyla olduğu kadar, zekâsı ve el becerisiyle de arkadaşları arasından sivrilmişti. O sıralar Sinan’ın aklında, bileği bükülmez, kılıcının karşısına çıkılmaz bir yeniçeri olmaktan başka bir fikir yoktu.

Yavuz Sultan Selim döneminde sürekli doğuya doğru gidilmişti. İran, Irak ve Mısır üzerine sefer edilmiş, devletin doğu sınırlarının güvenliği sağlanmıştı. Yavuz’un niyeti doğudan sonra batıya yönelmekti. Fakat buna ömrü yetmedi. Sırtında çıkan bir çıbanı önemsemediği için Edirne yolculuğunda öldü ve yerine 1520’de oğlu I.Süleyman geçti.

I.Süleyman daha yeni tahta geçmişti ki fetihlerin yönünü belirleyen bir olay yaşandı. Kendisinin tahta çıkıp padişah olduğunu bildirmesi için Macaristan’a gönderilen elçi hakarete uğrayıp öldürüldü. Düşman, Knin’i ele geçirdi. Macaristan’ın bu davranışı savaş sebebi sayıldı. Böylece Yavuz Sultan Selim’in ölümünden 8 ay sonra 1521’de Osmanlı Ordusu Belgrad üzerine yürüdü. Bu sefer, hem I.Süleyman’ın hem de Sinan’ın ilk seferiydi.

2.1-Belgrad Seferi

18 Mayıs 1521 tarihinde Belgrad üzerine sefere çıkan I.Süleyman’ın önderliğindeki Osmanlı Ordusu, temmuz ayında şehri kuşatma altına aldı. Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa’nın komutasındaki ordu, bir ay kadar süren kuşatma sonrasında şehri ele geçirdi. Osmanlı kuvvetleri ayrıca Böğürdelen, Zemun ve Salankamen şehirlerini devlet topraklarına kattı.

Sinan da bu savaşta ordudaki her asker gibi kahramanca çarpışmıştı. Yeniçeri olarak katıldığı ilk seferden alnının akıyla çıktı. Ülkesine paha biçilmez tecrübelerle döndü.

2.2-Rodos Seferi

Belgrad Seferinden bir yıl sonra, 1522’de Sinan bu kez Rodos Seferi’nde sahneye çıktı. Rodos’u daha önce Fatih Sultan Mehmed’in orduları kuşatmış fakat alamamıştı. Rodos’u almadan, Mısır’ı idare etmenin imkânsız olduğunu düşünen Kanuni Sultan Süleyman, Belgrad’ı fethettikten sonra Rodos’a yönelmişti.

Rodos Kalesi beş ay kadar canla başla direnmesine rağmen, büyük bir Osmanlı donanması ve 100 bin kişilik ordu karşısında yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. Şövalyeler canları ve mallarının güvencesi karşılığında teslimiyeti kabul ettiler. Girit’e çekilmelerine izin verildi.

Sinan bu seferde ordunun geçmesini kolaylaştıracak yol ve köprülerin inşasına öncülük etti. Gösterdiği yararlılıklar dönüşte atlı sekban rütbesine yükselmesini sağladı. Atlı sekbanlık yeniçeri seçkinlerinin bulunduğu bir sınıftı.

2.3-Mohaç Seferi

Rodos’tan sonra sırada Mohaç vardı. 1526 yılında gerçekleşen bu seferde Sinan yine sahnedeydi. Osmanlı İmparatorluğu ve Macaristan Krallığı orduları arasında meydana gelen ve Macaristan’ın büyük bölümünün Osmanlı hakimiyetine girmesiyle sonuçlanan savaş sadece dört saatte bitti. Sayıca üstün Osmanlı ordusunun hafif süvari birlikleri ve o zamana kadar Avrupalılar’ın karşılaşmadıkları 300 seyyar top ve etkin tüfek kullanımı bu zaferde önemli etkendi.

Sinan’ın Mohaç Savaşı dönüşünde rütbesi bir kez daha yükseltildi. Gösterdiği yararlılıklardan dolayı önce Acemi Oğlanlar Yayabaşısı sonra da Kapı Yayabaşılığı’na yükseltildi. Yayabaşılık, bölük komutanı derecesinde subay olmak demekti.

2.4-Almanya Seferi

1529’da I.Viyana Kuşatması yapıldı. Kuşatmada Sinan da vardı. Fakat kuşatma olumsuz hava şartları ve ordu tedariğindeki gecikmelerden dolayı başarısız oldu. Kale alınamadı ve Osmanlı Ordusu İstanbul’a geri döndü. 25 Nisan 1532’de yine İstanbul’dan hareket eden Osmanlı Ordusu, bu sefer Almanya’ya bir sefer başlattı. Avrupa içlerine varıldığında yıl 1533’tü. İstanbul’a elçiler gönderen Almanlar barış istedi ve bir barış antlaşması imzalandı.

Sinan, Almanya seferinden önce bir kez daha terfi etmiş, zemberekçibaşılığa getirilmişti. Yani ağır bir ok türü olan zemberekle silahlandırılmış yeniçeri ortasının komutanı oldu. Zemberekçibaşılık savaşta önemli sorumluluğu olan bir rütbeydi. Zemberek, taşınması ve kullanılması çok zor bir ok türüydü. Savaşlardaki fonksiyonu çok önemli olan ağır bir silahtı. Böylesine dikkat ve titizlik isteyen bir görev için Sinan biçilmiş kaftandı. Genç komutan, Osmanlı ordusuyla birlikte, Avrupa’da, Almanya seferi boyunca o ağır oklarla dolaşıp durdu.

Sinan, bir yandan Kanuni Sultan Süleyman’ın art arda çıktığı seferlerde Osmanlı Ordusu’nun yapı işlerinde görev yapıyor, diğer yandan fethedilen yerlerdeki önemli anıtları, sarayları, şatoları, kiliseleri görüp inceliyordu. Böylece basit mimarlık uygulamaları arasında yetişirken, kendinden önce yapılan karmaşık eserleri inceleyerek mimari görgüsünü artırıyordu. Bu öğrendikleri ileride çok işine yarayacaktı.

2.5-Irakeyn Seferi

Seferler bitmek bilmiyordu. Süleyman ordusuyla beraber, bir doğuya, bir batıya gidiyordu. Sinan da onunla beraber Avrupa’da birçok şehir gezmişti. Almanya seferinden sonra orduyla birlikte bu sefer İran-Irak bölgesine gidecekti. Bu bölgeye Irakeyn deniyordu.

Irakeyn Seferi, Sinan’ın katıldığı en uzun seferlerden biriydi. 2.5 yıl sürdü. Belki de bu yüzden Sinan’a başmimarlık yolunu açan sefer oldu.

Bu uzun seferin bir bölümünde Van Kalesi’nin kuşatıldığını haber alan Kanuni, tez zamanda bir ordu toplayarak başına Vezir-i Azam Lütfi Paşa’yı atadı. Van üzerine giden orduda Sinan da vardı.

Van Gölü kıyılarına gelince, gölün karşı kıyılarında bulunan İran ordusunun, ne durumda ve nasıl bir hazırlık içinde olduğunu öğrenebilmek için çareler aranıyordu. Lütfi Paşa’nın aklında kadırga yapıp karşıya bir istihbarat seferi düzenlemek vardı. Ama burada tersane bulunmadığı için zor işti.

Herkesin çaresizliğe teslim olduğu bir zamanda, Mimar Sinan’ın en yakın arkadaşlarından birisi olan Yedibela Mahmud Bey, Lütfi Paşa’nın huzuruna çıktı ve Sinan’ın bu işin üstesinden gelebileceğini söyledi.

Böylece Sadrazam Lütfi Paşa, Sinan’ı çağırdı. Gölü aşmak için gemiler yapmasını emretti. Ahşap mimarisi sanatında usta olan Sinan, yetenekli arkadaşlarını topladı. Hemen işe koyularak, imkânsız denilecek kadar kısa sürede üç kadırga inşa etti. Kadırgaları gerekli top ve tüfeklerle donattı. Lütfi Paşa kadırgaların kaptanlık görevini de Sinan’a verdi.

Irakeyn Seferi ve kadırgalar

Üç kadırga ile hareket eden Sinan, İran ordusunun küçük bir grubuyla çarpıştı ve ordunun durumunu, hazırlıklarını öğrendikten sonra geri döndü. Durumu olduğu gibi Lütfi Paşa’ya aktardı. Lütfi Paşa Sinan’ın bu başarısından çok gurur duydu. Ona armağanlar verdi. Sinan’ın becerisi ve cesareti, bir daha hiç çıkmamak üzere Lütfi Paşa’nın aklına kazınmıştı.

Savaş 1536’da bittikten sonra Bağdat ve Basra bölgesinde Osmanlı hakimiyeti başlamıştı. Sinan’ın gösterdiği başarılardan dolayı rütbesi bir kez daha yükseltildi. Padişah da seferden dönünce Sinan’ı, Haseki Mimarı yaptı. Yani doğrudan kendi himayesine aldı. Hasekilik sırdaş, yakın dost anlamına geliyordu. Padişah tarafından hem güvenilir olanlara hem de hizmette eskiyip iyice kıdem kazanmışlara verilen bir unvandı.

2.6-Kara Boğdan Seferi

1537 yılında yapılan Korfu ve Pulya seferlerinden sonra Sinan, sübaşı yani güvenlik işleri sorumlusu yapıldı. 1538 yılında ise Kara Boğdan Seferi’ne katıldı. Kara Boğdan Seferi Osmanlı İmparatorluğu’na ödemekle yükümlü olduğu yıllık vergiyi ödemeyen ve isyan eden Boğdan Voyvodası Petru Rareş üzerine yapılacaktı.

Burada ordu tıpkı Van Gölü’nde olduğu gibi yine doğal bir engelle karşılaşmıştı. Prut Nehri. Ordunun bu nehri geçebilmesi için köprüye ihtiyaç vardı. Pek çok usta, köprü yapmak için günlerce uğraştı. Fakat akıntı ve bataklık yüzünden bir türlü köprü ayağı oluşturulamıyordu. Köprü yapımında çabaların boşa gitmesi Kanuni Sultan Süleyman’ı üzüyordu. En sonunda Lütfi Paşa, padişahın huzuruna çıkarak, köprü yapım işinin Sinan’a verilmesini istedi.

Dülgerlik hususunda büyük usta ve deneyim sahibi olan Sinan, arkadaşlarıyla çalışmaya koyuldu. 13 gün içinde yüksek bir köprü yapmayı başardı. Böylece padişah ve ordusu büyük bir sevinçle köprüden geçebildiler.

Zafer kazanılınca ordu İstanbul’a döndü. O sıralarda devletin mimarbaşısı olan Acem Ali ölmüştü. Yerini alacak mimarın kim olacağı tartışılıyordu. Vezir-i Azam Lütfi Paşa bu görevi hakkıyla yapacak kişinin, olsa olsa Mimar Sinan olabileceği düşüncesindeydi. Fakat herkesin, okulda yetişmiş bir mimar adı önerdiği ortamda bir yeniçeriyi, alaylı bir mimarı öne sürmesi biraz tepki çekmişti.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, devletin yapı işlerinden sorumlu bir Hassa Mimarlar Kurumu ve bu kuruma mimar yetiştiren bir Mimarlar Ocağı vardı. Mimarbaşılık görevine getirilen mimar, genellikle bu kurumdan seçilirdi. Mimar Sinan, böyle mimar yetiştiren özel bir okul yahut bir kurumdan yetişmemişti.

Fakat Lütfi Paşa’ya göre, Sinan’da, okulda yetişmiş mimarlardan bile üstün bir yetenek vardı. Ülkedeki bütün mimarların başına geçecek kişi çok becerikli, usta, liderlik vasfına sahip ve kararlı biri olmalıydı. Üstelik Sinan daha acemi oğlanken bile bir sürü büyük yapının inşasında çalışmış, mimarların yardımcılığını yapmış, pek çok tecrübe edinmişti. Subayken ordunun işlerini kolaylaştıracak köprüler, kadırgalar inşa etmişti. Hatta bir seferinde tek başına planını çizdiği bir cami bile tasarlamıştı.

Bunun üzerine Lütfi Paşa, fikrini önce padişaha bildirdi. Sonra da yeniçeri ağasını çağırıp Sinan’ın fikrini öğrenmesini emretti. Sinan, mimarlık sanatına karşı olan isteğini zaten bastıramıyordu. Öteden beri yapmayı düşlediği camiler, büyük köprüler ve saraylar gözlerinin önünden gitmiyordu. Bu isteğini, yıllardır dolaştığı ülkelerde gördüğü ünlü anıtların ihtişamı da kamçılıyordu. Ve şimdi karşısına ölümsüz eserler yapmasını sağlayacak o fırsat çıkmıştı. Yıl 1538’di ve Sinan 48 yaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun mimarbaşı oldu. Osmanlı devlet örgütünün basamaklarını, o günkü devlet düzeninin verdiği olanaklar ve kendi yetenekleriyle tırmanarak Türk-İslam uygarlığının en başta gelen temsilcilerinden biri olmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda mimarlık işlerinin en yüksek makamı olan Hassa Başmimarlığı, günümüzde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na karşılık geliyor. Videonun başında da söylediğim gibi bu makama gelen Mimar Sinan artık sadece mimarlık yapmayacaktı. Koca bir devletin maddi kaynaklarını, insan gücünü, lojistiğini ve şehir planlamasını da yönetecekti. Piyasadaki inşaat malzemelerinin fiyatına kadar her şeyi bilmeli, takip ve kontrol etmeliydi. Artık emrinde on binlerce usta, amele ve binlerce sanatkar; nakkaş, hattat, çinici, marangoz, yaldızcı ve alçıcı vardı. Büyük bir sorumluluğun altına girmişti ve tüm bu sorumlulukla Osmanlı İmparatorluğu’nun uçsuz bucaksız toprakları üzerinde ölümsüz eserler yaratacaktı.

Kanuni Sultan Süleyman’ın gözdesi, başmimar Sinan için yepyeni bir dönem başlıyordu.

3-Çıraklık Dönemi

3.1-Hassa Mimarbaşı (Baş Mimar)

1538’den 1588’e kadar, 50 yıl Hassa Mimarbaşılığı görevini yürüten Mimar Sinan, kendisine ait olduğu bilinen her yapıya, bir usta elinin dokunduğunu kanıtlayan bir özgünlük kattı. İnşa ettiği veya planını çizdiği her yapıda yeni şeyler deneyecek kadar zengin ve çalışkan bir sanatkardı. Her eserine yeni bir buluş ekledi ve hep üzerine koyarak kendini geliştirdi. Osmanlı mimarîsine ve genel olarak dünya mimarisine önemli katkılar yaptı. Özellikle büyük kubbeli yapılarda işlevsellik ve estetiği bir araya getirerek zekasını kanıtladı.

Bir ordu mensubu olarak aldığı eğitimler mimarlık üzerine olmadığı için Sinan, mimari disipline teorikten ziyade deneysel olarak yaklaşıyordu. Aynı şeyi bir önceki biyografi videosunda Batı’nın Rönesans dâhisi Leonardo da Vinci’de de görmüştük. Bu durum, bu tür dâhilere bazen vakit kaybettirirken bazen de sıra dışı keşifler yapmalarına neden oluyordu.

Mimar Sinan’ın başmimar olarak yaptığı ilk eser, başmimar olmasından kısa bir süre önce vefat eden Vezir-i Azam, Ayas Paşa’nın türbesiydi.

3.2-Haseki Sultan Camii (1538-1551)

İkinci eseri ise, 1539’da tamamlanan Haseki Sultan Camisi’ydi. Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan için inşa ettirdiği cami, Sinan’ın İstanbul’da yaptığı ilk büyük eserdi. Cami 1551’de Hürrem Sultan’ın emriyle külliye olarak genişletilecek; sıbyan mektebi, medresesi, hastanesi ve aşeviyle büyük bir kompleks halini alacaktı. Bu eserde İran mimarisi başta olmak üzere, kendi dönemine kadar gelen mimari özellikler uygulandı. Haseki Sultan Külliyesi’ni ilginç yapan şey camiyle külliyenin iç içe olmayışıydı.

Sinan’ın kariyerinin başlangıcında, Osmanlı mimarisi oldukça pragmatikti. Binalar eski tiplerin tekrarıydı ve ilkel planlara dayanıyordu. Bunlar bir bütün kavramından çok, parçaların bir araya gelmesiydi. Bir mimar, yeni bir bina için plan çizebilir ve bir asistan veya ustabaşı ne yapacağını bilirdi çünkü yeni fikirlerden kaçınılırdı. Ayrıca mimarlar tasarımlarında abartılı bir güvenlik payı kullanırlardı. Bu da malzeme ve işçilik israfına neden oluyordu. Sinan tüm bunları yavaş yavaş değiştirecekti. Yerleşik mimari uygulamaları ve gelenekleri, yeniliklere katarak dönüştürecek ve mükemmele yaklaşmaya çalışacaktı.

3.3-Şehzade Mehmet Camii (Çıraklık Eseri) (1543-1548)

Sinan’ın kariyerinin gelişim ve olgunlaşma aşamalarını üç ana eserle gösterebiliriz. Bunlar:

-“Çıraklık eserim” dediği Şehzade Camii

-“Kalfalık eserim” dediği Süleymaniye Camii

-Ve “Ustalık eserim” dediği Selimiye Camii

Şimdi gelin bunların birincisiyle başlayalım.

Bu belgeselde doğruluğu konusunda elimizde kanıt bulunmayan fakat dilden dile nesiller boyunca aktarılan bazı efsanelere de yer vereceğiz. Ayrıca Sinan’ın aklına bile gelmeyen fakat zaman içinde insanların benzetme yoluyla geliştirdikleri simgelere, anlamlara, yakıştırmalara da değineceğiz.

Rivayete göre, Mimar Sinan büyük bir inşaata başladığında Anadolu’nun bazı kesimlerinde yumurta kıtlığı yaşanırdı. Bu kıtlığın sebebi, mimarın inşa ettiği yapıların temelinde kullandığı yumurta akından elde edilen harçtı. Dolayısıyla inşa edeceği ilk büyük abidevi eser Şehzade Camii yapılırken de yumurta kıtlığı yaşanmış olabilir.

1543 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ı derinden üzen bir olay oldu. Ünlü Estergon Kalesi’nin fethedildiği seferinden dönüyordu ki Edirne’ye ulaştığında aldığı haberle adeta yıkıldı. Kanuni-Hürrem çiftinin ilk oğlu olan ve Kanuni’nin “şehzadeler güzidesi” dediği oğlu Mehmed, 22 yaşında aniden ölmüştü.

Bunun üzerine padişah acısını hafifletmek ve sevgili oğlunun anısını yaşatmak için Sinan’a emir verdi:

“Oğlum Şehzade Mehmed adına öyle muazzam bir eser yap ki, eserin yaşadıkça şehzadem de yaşasın. Eserin anıldıkça şehzadem de anılsın.”

Bunun üzerine Mimar Sinan önce genç şehzadenin türbesini inşa etmek için işe koyuldu. Yer olarak bugün aynı adla anılan İstanbul’un Şehzadebaşı semtinde, Belediye Sarayı ile Bozdoğan Su Kemerleri arasındaki saha seçilmişti.

Bazı tarihi kaynaklara göre Şehzade Mehmed çiçek hastalığı yüzünden vefat etmişti. O sırada Manisa Sancakbeyliği yapıyordu. Tahtının varisi olarak müjdelediği Mehmed’in erken ölümü şüphesiz ki padişahı derinden yaralamıştı. O dönem en yakın varise Manisa Sancağı verilir ve bu varis, padişah vaktinden önce ölürse, kara yoluyla en hızlı şekilde tahta ulaşabilme imkanına sahip olurdu.

Şehzade Mehmed Türbesi içi

Ölümüyle hem manen hem de politik açıdan derin bir sarsıntı yaratan şehzadenin türbesine, Mimar Sinan tarafından tasarlanan dört ayaklı, fildişi kakmalı bir taht yerleştirildi. Bu sembolik taht ölümle kaybedilen saltanat hakkının ve yarım kalmışlıkların simgesi gibiydi. Bugün türbenin orta bölümünde Şehzade Mehmed, sağında Şehzade Cihangir, solunda ise Şehzade Mehmed’in kızı Hümaşah Sultan’ın kabirleri yer alıyor.

Şehzade Mehmed Türbesi

Bunun dışında türbe Osmanlı’da nadiren gördüğümüz oldukça süslemeli bir yapıya sahip. Kubbenin sık ve derin yivli bir kasnağı var. Üst bölümü ince işçiliğin birçok desenini içeriyor. Ayrıca türbe genel olarak çok renkli bir yapıya sahip. Göz kamaştıran, parlak ve renkli çinileriyle nadide bir sanat eseri. Ölüm yerine adeta yaşamı çağrıştırıyor. Usta mimar tarafından ince ince işlenen her bir detayıyla yüzyıllar sonra bile hala görenlerin içini titretiyor. İstanbul’un ve Osmanlı mimarisinin en güzel mezar yapılarından biri.

Şimdi gelelim camiye.

Osmanlı mimarisi, Şehzade Camii’nin inşasının başlamasıyla klasiğe ulaşan ilk adımı atmış oluyordu. Mimar Sinan, birkaç ay içerisinde caminin temelini attı. Kısa sürede caminin kubbeleri, deniz dalgaları gibi yükseldi. Sekizgen biçimindeki dört tane kalın filayağı üzerinde yükselen, 19 metre çapında merkezi bir kubbesi vardı. Sinan ana kubbeyi dört büyük ayak üzerindeki sivri kemerlere muazzam bir ustalıkla oturtmuştu. Kubbe kilidi yerden 37 metre yükseklikteydi. Bu büyük kubbe 4 büyük yarım kubbeye yaslanıyordu. Yarım kubbeleri ise yanlardan ikişer çeyrek kubbeyle genişletti. Bu muhteşem teknik, Osmanlı mimarisinde ilk kez Sinan tarafından Şehzade Camii’nde kullanılıyordu. Şehzade Camii, kendisinden sonra yapılan Sultanahmet ve Yeni Camii gibi camilerin mimarlarına da örnek teşkil edecekti.

Şehzade Mehmed Camii

Sinan, camiye orantılı ve zarif bir şekilde göğe yükselen ikişer şerefeli çift minare ekledi. Geometrik ve stilize edilmiş bitkisel ögelerle donatılmış lineer bir filigranla süslü minareler, Sinan’ın tasarladığı en görkemli minarelerdi.

Şehzade Camii minaresi

5×5 geometrik düzenindeki cami avlusuna ise 16 kubbe inşa etti. Bu avlunun ortasında sekizgen bir şadırvan bulunuyordu. Avludaki bütün kubbeler aynı büyüklükte ve aynı yükseklikte olduğu için Şehzade Camii avlusu, Bayezid Camii’yle birlikte Osmanlı mimarisinin en dengeli, en güzel avlularından biridir diyebiliriz.

Bu yapıda kendine özgü piramidal örtü düzeninin ilk örneğini sunan Mimar Sinan, örtü sisteminin en önemli destek unsurları olan payandaları son derece akılcı bir çözümle revaklı galerilerin içine gizlemiş. Bu sayede duvarları taşıyıcı unsur olmaktan çıkarmış ve çok sayıda pencereyi duvarların içine yerleştirmiş. Yani duvarlar mekanı kapatan birer blok gibi değil de devasa camiyi aydınlatan birer spot lambaya dönüştürülmüş. Caminin içine girdiğiniz anda şiirsel bir bütünlük ve huzur dolu bir sükunet hissediyorsunuz.

Eş büyüklüklerde, 5×5 olarak inşa edilen cami ve avlu bölümleriyle, mutlak bir geometrinin hakim olduğu plan şeması Şehzade Camii’nin göze çarpan ilk özelliği. Caminin geneline hakim olan kırmızılı şeritler ve süslemeler ise ikinci göze çarpan özelliklerden. Ayrıca cami, çevresinde yer alan imaret, medrese, tabhane ve türbelerle beraber bir külliye halinde inşa edilmiş.

Şehzade Mehmed Camii

İstanbul’un da fethedilmesiyle, Bizans mimarisinden etkilenen Osmanlı, Şehzade Camii’yle ilk kez bir yapıda neredeyse tüm etkilerden sıyrılıp kendi yorumunu ortaya koymuştu. İçeriden ve dışarıdan yapı bütünlüğünü bozacak ekleri ayıklamıştı. Minareleri büyük kubbenin etkisini artıracak bir konuma getirmiş, ana kütleyle bütünleştirmişti. Büyük usta, Şehzade Camii’ni inşa ederek, hayatı boyunca gözlemlediği zengin kültürel yapıları ve daha önce inşa ettiği her şeyi yeni bir bakış açısıyla yorumlamış ve Osmanlı mimarisini zirveye götüren yolu da inşa etmeye başlamıştı.

İnşaatı 5 yıl süren külliye, 1548’de tamamlandı. Bu eser Osmanlı klasisizminin başlangıcıydı. Sinan’ın ilk büyük eseri sayılabilecek Şehzade Camii, daha sonra Sinan tarafından, “çıraklık eserim” şeklinde anılacaktı. Çıraklık eserim demesine rağmen İstanbul’un en güzel ve etkileyici klasik yapılarından biriydi. Sinan, daha ilk büyük eserinde ne denli yetkin bir mimar olduğunu ortaya koymuştu. Farklı denemelere girişerek cesaretini göstermiş ve sanatçı kişiliğinin gücünü yansıtmıştı.

Şehzade Camii’yle birlikte Sinan’ın ünü, imparatorluğun sınırları içinde iyice yayılmaya başladı. Ancak o daha büyük eserler inşa etmek istiyordu. Özellikle Ayasofya’daki kubbenin büyüklüğü hakkında dolaşan söylentiler canını sıkıyordu. Gerçi Ayasofya’daki kubbenin ölçüleri büyüktü ancak kubbe ile diğer kütle elemanları arasında bir uyum yoktu. Ayasofya taşıyıcı sistemi sorunluydu. Oysa Şehzade Camii’nin hem taşıyıcı sistemi mükemmeldi hem de görünüşünde daha bir uyum sağlanmıştı.

Durup dinlenmeden çalışan Sinan, küçük ölçülerde gerçekleştirdiği eserlerle, mimarlık alanında sağlam ve emin adımlarla ilerlemeyi sürdürdü. Şehzade Camii’nin tamamlanması, Kanuni Sultan Süleyman’ı çok etkilemişti. Böylece sanatına hayranlık duyduğu Sinan’dan, imparatorluğa yakışır daha büyük bir eser yapmasını istedi. Sinan için sanatının doruk noktasını herkese gösterecek önemli bir fırsat doğmuştu. Türk mimarlık tarihinin şahit olduğu en görkemli yapı yakında İstanbul’un yüksek tepelerinden birinde güneş gibi doğacaktı.

Süleymaniye Camii ve Külliyesi.

4-Süleymaniye Camii (Kalfalık Eseri) (1550-1557)

4.1-Projenin Tasarımı

“Durmadan çeşitli yapılar inşa ediyordum ancak hiçbiri hayallerim kadar büyük değildi.” diye söylemişti, büyük usta. Ve şimdi hayalleri kadar büyük bir caminin inşasına başlıyordu.

Peki koskoca padişahın adını taşıyacak bir cami nasıl olmalıydı? Acaba bu sefer kubbe çapıyla Ayasofya’yı geçmeli miydi? Geçebilir miydi?

Kafasındaki derin düşüncelerle bir süre insanların selamını bile alamadan adeta bir mecnun gibi dolaşan Sinan, günler geceler boyu uyumadı. Yemeden içmeden kesildi.

Nasıl bir tasarım yapmalıydı ki hem görkemli olsun hem de yüzyıllar boyunca sapasağlam dursun?

“Bu soru beni nice geceler uyutmadı. Nasıl? Nasıl olacaktı? Kader adeta beni bu soruyla sınava çekiyordu. Aradan geçen uzun sürenin sonunda nihayet bir karara vardım.” diye yazdı yıllar sonra anılarında.

Kararını verdikten sonra önce caminin yerini seçti. İstanbul’un en önemli tepesine inşa edecekti. Seçtiği tepe, hem Haliç’e, hem Boğaz’a hem de Marmara’ya bakıyordu. Kanuni de İstanbul’a hâkim bu tepeyi uygun görmüştü. Süleymaniye şehrin pek çok yerinden görülebilen, neredeyse kafasını kaldıran herkesin görebileceği bir yerde yükselecekti. Bakıp görenin hayran olmak için yanına kadar gitmesine gerek olmayacaktı.

Süleyman, inşaatın hemen başlamasını istedi. Bu çok maliyetli yapı için kesenin ağzını sonuna kadar açmıştı. Sinan da bunun üzerine aylarca araştırma yaptı, projeler hazırladı. Düşünebileceği bütün ayrıntıları düşündü. Bir ahenk, bir uyum aradı. Gitti günlerce Bayezid Camii’ni, Ayasofya Camii’ni gezdi. Sanki ilk kez görüyormuş gibi, daha önce hiç görmemiş gibi inceledi. Uzun süren planlamalar ve hesaplamalardan sonra caminin projesi kesinleşti. İçerisinde daha önce yapılmamış denli azametli bir cami bulunan büyük bir külliye inşa edecekti.

Yalnız büyük usta bu eserde Ayasofya’nın 31.5 metre çapındaki kubbesini aşmaktan vazgeçmişti. Kubbe 28 metre çapında olacaktı. Sinan’ın asıl niyeti büyüklükten ziyade mimari bir şaheser inşa etmekti. Ona göre güzellik büyüklükten daha güçlüydü.

Sinan’ın büyüklüğü, kendisine kadar gelen mimari geleneği ustaca toparlayabilmesinden ve özgün bir senteze ulaştırabilmesinden geliyordu. Sinan, her ne kadar “benim çıraklık eserimdir” dese de aslında Şehzade Camii’nde bir ustalık formuna ulaşmıştı. Genellikle bu şekilde yetkin bir biçime ulaşanlar, bulduklarıyla yetinirler. Fakat Sinan yetinmedi. Kendisini tekrarlamak yerine, Süleymaniye’de daha iyinin, daha güzelin peşinden gitti.

Önce Haziran ayında büyük bir törenle temel atıldı. Törene başta Kanuni Sultan Süleyman olmak üzere tüm devlet erkanı da katılmıştı. İlk taşı Şeyhülislam Ebussuud Efendi koydu. Böylece 1550 yılında mimarlık tarihinin en büyük şantiye organizasyonlarından biri başladı. Çalışanların yarısı serbest işçiyken diğer yarısı Acemi Oğlanlardan oluşuyordu. Az sayıda da ayağı bağlı esir vardı. Hristiyan ve Müslüman karışımı iki binin üzerinde işçi, usta ve sanatkar ordusu her gün ter dökmeye başlamıştı.

4.2-Kaba İnşaat

Süleymaniye için neredeyse bütün bir imparatorluk seferber edilmişti. Birçok taş ve mermer ocağı hummalı şekilde çalışmaya başladı. Renkli mermerlerin, kıymetli yapı taşlarının bulunması ve taşınması için nice fermanlar çıkarıldı. Tedarikçilere, Süleymaniye’de kullanılması muhtemel malzemeye ihtimam göstermeleri, meseleyle özel olarak ilgilenmeleri için talimatlar verildi. Çünkü Süleymaniye Külliyesi gibi büyük projelerin yapımı muazzam malzeme gerektiriyordu. Projede kullanılacak taşların yontulması ve deniz yoluyla taşınması çok güç bir işti. İmparatorluğun dört bir yanındaki antik sitlerden, eski anıtlardan; sağlam yapılı taşlar, sütunlar, granit ve mermerler getirildi, işlenip düzeltilerek kullanıldı.

Caminin duvarlarına konan taşların sağlamlığına sağlamlık katmak için birbirlerine demir kenetlerle kenetleniyorlardı. Pencere şebekeleri, sütunlar arasındaki atkılar da demirdendi. Oluşan oyuklara kurşun döküp iyice sağlamlaştırılıyorlardı. İmalat için gerekli demir ve kurşun işi, Bulgaristan’ın Samakov demir sanayiinin merkezindeki kadıya havale edilmişti.

Kereste ihtiyacı Rumeli kıyılarına yakın bölgelerden başlayıp Samsun’a kadar uzanan kıyı bölgelerinden, İzmit, Sapanca, Akyazı ve Göynük’teki büyük ormanlarla Biga’dan temin edilmişti. Ormanlardan kesilen keresteler iskeleye indirilip gemilerle İstanbul’a naklediliyordu.

Mimar Sinan, muazzam bir teşkilat kurup harekete geçirmişti. Bugün, bu büyük projelerin yapımı esnasında tutulan muhasebe defterleri incelendiği zaman, teknik kadronun büyüklüğü ve gücü daha iyi anlaşılıyor.

4.3-Kubbe

Şimdi gelelim kubbeye.

Kubbe, insanoğlunun bulduğu, belki de en etkili örtü biçimi. Modernizm öncesi yapıların temel unsuru kubbeydi. İnsanlık tarihinde, günümüze değin, kubbe kadar evrensellik kazanabilmiş ikinci bir mimari unsur neredeyse yok gibi.

Özellikle Osmanlı mimarisinde kubbe, neredeyse tek örtü biçimi olarak kullanılmış. Başta camiler olmak üzere, sarayların, medreselerin, hanların, hamamların, ambarların üstü kubbeyle örtülmüş.

Kubbe, uzaktan bakınca insana heybetli, ulu bir dağı anımsatıyor. Yaklaşınca derin bir sükuneti, içine girince gökyüzünü, masmavi bir dünyayı hatırlatıyor. Mimar Sinan, inşa ettiği bütün camilerle insanlara görkemli bir dağ, sağlam bir sükunet, masmavi bir gök göstermek istemiş. Ama özellikle Süleymaniye ve Selimiye’de bunu çok iyi başarmış.

Süleymaniye Camii kubbesi

Ayasofya kadar olmasa da Süleymaniye’nin kubbesi de büyüktü. Bu yüzden kubbeyi oturtmak için devasa fil ayakları inşa edildi. Orta sahınla yan sahınları ayıran büyük üçlü kemerlerin dört büyük sütunu özellikle muazzamdı. Çünkü her biri tek parçadan oluşuyordu ve granitten yapılmışlardı. Her biri 9 metre yüksekliğinde 1.14 metre çapında ve 50 ton ağırlığındaydı.

Süleymaniye Camii’ndeki yekpare granit sütunlar

Bu dev granit sütunların ikisi İstanbul’dan temin edildi. Biri Kıztaşı’ndan getirilen Roma sütunuydu. Üçüncüsü İskenderiye’den, dördüncüsü ise Baalbek Harabeleri’nden getirildi. Bu o kadar uzun bir mesafeydi ki sütunlar karadan ve denizden İstanbul’a taşınırken hayli zaman geçti. 50 ton ağırlığındaki sütunlar zamanın teknolojisiyle yüzlerce kilometre yol kat etmek zorunda kalmıştı. Bu bile başlı başına lojistik bir planlama gerektiriyordu. Sırf bu onlarca tonluk kütleler için özel gemiler yapılmıştı. Evliya Çelebi ünlü Seyahatnamesinde bu sütunların her birinin on Mısır hazinesine bedel olduğunu yazmıştı.

Dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 53 m yüksekliğinde ve 28 metre çapındaydı. Bu ana kubbe Ayasofya’da görüldüğü gibi, iki yarım kubbe ile desteklenmişti. Kubbe kasnağında ise 32 pencere bulunuyordu. Ayrıca kubbenin çevresine cami akustiği için gerekli olan, 255 adet küp konuldu. Bu, Mimar Sinan’ın bir mimardan fazlası olduğunun göstergesiydi.

Caminin yapımında çalışan ustalar, geceli gündüzlü, hiç durmamacasına çalışıp caminin dört köşesine dört filayağını diktikten sonra sıra kemerlerin yapımına gelmişti. Gökkuşağına benzeyen kemerlerin ve renkli mermerlerin güzelliği dillere destandı. 138 pencereden ışık alan, akustik ve havalandırma düzeni mimari bir şaheser olarak düzenlenen caminin iç kısmı oldukça aydınlıktı. 28 kubbeli revakın çevrelediği cami avlusu ayrı bir güzeldi. Bu avlunun ortasında dikdörtgen şeklinde, çok güzel işlemeleri olan bir şadırvan bulunuyordu.

Süleymaniye Külliyesi

Mimar Sinan’ın kalfalık devri eseri olarak nitelendirilen Süleymaniye Camii, medreseler, kütüphane, hastane, sıbyan mektebi, hamam, imaret, hazire ve dükkanlardan oluşan Süleymaniye Külliyesi’nin bir parçası olarak inşa edilmişti. Yani yapı bir camiden çok daha fazlasıydı. Zamanının en büyük ve en gelişmiş okuluyla hastanesi de buradaydı.

4.4-Acem Şahı’nın Hediyesi

Süleymaniye kaba inşası hızla devam ederken taa Acem Şahı’na kadar çeşitli dedikodular yayılmaya başlamıştı. Osmanlı bütçesinin iflas ettiğini, Kanuni’nin servetinin tükendiğini ve Süleymaniye inşaatının bu yüzden durduğunu söyleyen bu dedikodular Osmanlı’nın rakipleri için politik bir yıpratma şansı demekti.

Bunu altın fırsat bilen Acem Şahı, değerli taşlardan oluşan bir sandık dolusu mücevharatı, Osmanlı Padişahı’nın yaptırdığı camiye yardım olsun diye elçisi vasıtasıyla İstanbul’a gönderdi. İran elçisi padişahın huzuruna çıkarak mücevherat dolusu sandığı padişahın önüne koyduktan sonra şunları söyledi:

“İran Şahı, Süleymaniye inşaatının tamamlanması için, şu değerli mücevherat sandığını yardım olsun diye size sunmaktadır.”

Bu sözlere sinirlenen Kanuni, Mimar Sinan’ı huzuruna çağırdı ve elçinin önünde şöyle dedi:

“Bak Mimarbaşı, İran Şahı bize Süleymaniye inşaatını bitirebilmemiz için kıymetli taşlar göndermiş. Al bu kıymetli taşları, hazırladığın harca kat ki işe yarasın!”

4.5-Minareler

Süleymaniye Camii’nin dört minaresi var. Sinan, avluyla 53 metre yüksekliğindeki kubbeyi cami silüetinde birleştirmek için, camiyle revaklar arasındaki minareleri çok yüksek ve üç şerefeli, avlunun sonuna koyduğu minareleri ise daha alçak ve iki şerefeli yaptı. Yüksek minareler 76 metre, alçak olanlar ise 56 metre yüksekliğinde. Yüksek minarelerin şerefesinden İstanbul’un büyük bir bölümü görülebiliyor. Bu minareler Kanuni’nin İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu; on şerefe ise Osmanlı’nın onuncu padişahı olduğunu sembolize ediyor.

Süleymaniye’nin minarelerinin tek tipte değil de ikisi uzun ikisi kısa olarak tasarlanışı ana kütleyle beraber cami yapısına piramidal bir görünüm kazandırmış. Piramit, bütün halinde yere sağlamca oturuyor ama ağırlıksızmış gibi duruyor. Özellikle Haliç’ten bakıldığında başarılı bir kompozisyon olduğu aşikar. Muazzam bir görüntüsü var. Uzaktan bakıldığında gökyüzüne uzanan bir merdivenin hayali şablonu beliriyor. Sinan burada Yakup Peygamber’in merdivenine bir gönderme yapmış.

4.6-Süslemeler

Kaba inşaat bittikten sonra sıra ince işçiliğe gelmişti. Sinan, yapının her bir detayıyla bizzat ilgilendi. Nakkaşlar, ustalar ve dönemin değerli sanatçılarından istekleri ilk başta anlamsız gibi görünseler de aslında her detayın bir anlamı vardı. Derinine inildiğinde insanı ve hayatı sorgulayan birçok hikâye barındırıyordu.

Mesela Nakkaş İbrahim tarafından tasarlanan vitraylı pencereler içeride bir çeşit cennet teması yaratmak için kullanılmış. Özellikle mihrap duvarındaki pencereler süslü vitraylarıyla gözleri şenlendiriyor. Mevsimlere göre açısı değişen güneş ışıkları bu gizemli camlara her vurduğunda farklı bir renge bürünmelerini sağlıyor.

Süleymaniye Camii mihrabı ve minberi

Caminin mihrap ve minberi gibi mimari elemanları, mihrabın çevresini süsleyen çiniler, alçı pencereler, sedef ve fildişi süslemeli kapılar ve özellikle camiyi süsleyen yazılar, ayrı ayrı birer sanat harikaları. Külliyenin tamamlanmasında, o dönemin kendi alanlarında en büyük sanatçıları çalışmıştı. Yazılar, devrin ünlü hattatları Ahmet Karahisarî ile öğrencisi Hasan Çelebi tarafından yapılmıştı.

Gökkuşağına benzeyen kemerler, renkli mermerler, tabiri caizse dünyanın dört bir yanından tek tek toplanmıştı. Renkli mermerlerin birçoğu Süleyman ve Belkıs saraylarından getirilmiş, ak mermerler Marmara adasındaki ocaklardan, yeşil mermerler Arabistan’dan tedarik edilmişti. Kapılar abanoz ağacından yapılıyor, zamanın en değerli ustaları tarafından büyük emekler verilerek işleniyordu. O güne değin hiçbir kapı böylesine süslenmemişti.

Müezzin mahfili

Kıble duvarına yakın sağdaki fil ayağına dayanan 16 sütun üzerindeki müezzin mahfili ve onun karşısında yedi sütun üzerindeki cami kürsüsü dönemin bütün sanat tekniklerini en üst düzeyde gerçekleştiren ve mekanı zenginleştiren ögeler. Abanoz vaiz kürsüsü de caminin zenginliklerinden bir başkası.

Hünkar mahfili

Kıble duvarının doğu ucundaki sekiz sütuna oturan hünkar mahfili de yine dikkate değer. Duvar içinden bu mahfile çıkan merdiven bir pencere içinden başlıyor. Camide Evliya Çelebi’nin “hazine maksureleri” dediği maksurelerde İstanbul’a gelen gezginler değerli eşyalarını ve paralarını da bırakıyorlardı. Başka bir deyişle Süleymaniye, o dönemde emanet sandığı olarak da hizmet görmüştü.

Taç kapı

Süleymaniye’nin iç avlusunun üç katlı taç kapısı, ne kendinden önce ne de sonraki cami tasarımlarında olan bir uygulama. Odalarında kayyumların oturduğu bu büyük kapı, Sinan’ın her yapıda yenilikler deneyen sanatçı kimliğinin bir başka göstergesi.

Caminin ihtişamlı kubbesi kapatıldıktan ve süslemelere geçildikten sonra caminin azametli yapısını gören halk, Mimar Sinan’ın delirdiğine kanaat getirerek Edirne’ye kadar ulaşan söylentiler yaymaya başlamıştı.

“Bu kadar büyük kubbenin ayakta durması imkânsız, her an çökebilir. Birisi hemen padişahımıza haber vermeli. Mimarbaşının büyük kubbe tutkusu bir felaket olacak” diyorlardı.

Ama bildiğiniz gibi o kubbe 500 yıldır nice depremler görmesine rağmen çökmedi.

4.7-Nargile Olayı

O dönemde de günümüzde olduğu gibi başarılı insanları çekemeyen, entrikacı insanlar vardı. Mimar Sinan bu eseriyle artık kariyerinde zirve noktasına çıkmıştı ve hasımları durmak bilmiyordu.

Bir gün Sinan, yardımcısından camiye bir nargile getirmesini isteyince yardımcısı endişeyle ustasını uyardı. Zaten etrafta dedikodular bitmek bilmiyordu. Bir de böyle görüntü vermeye lüzum var mıydı?

Sinan ısrar edince yardımcısı nargileyi getirdi. Sinan da başladı fokurdatmaya. Başmimarın cami inşaatı devam ederken Süleymaniye’nin içinde nargile içmesi yardımcısının tahmin ettiği gibi söylentileri yeniden ayyuka çıkardı. Öyle ki olayı padişah bile duymuştu ve durumu yerinde tetkik etmek için kalktı inşaata geldi. Muhteşem yapının içine girdiğinde Sinan, tam olarak söylendiği gibi caminin ortasına oturmuş nargile içiyordu. Bu duruma çok sinirlenen Sultan Süleyman “Bu ne iştir ustabaşı?” diye sordu.

Aslında Mimar Sinan’ın içtiği nargilede tütün yoktu. Fokurdattığı sadece suydu. Usta mimar, nargilenin fokurtularını dinleyerek caminin akustiğini ölçmeye çalışıyordu. Mihraptaki imamın sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl ulaştıracağını hesaplıyordu. Bunun için Anadolu’nun değişik köşelerinden küpler getirtmişti. Bu küpleri içleri boş, ağızları dışarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirmişti. Anlayacağınız, sesi, yüzlerce metrekarelik mekanın her köşesine en iyi şekilde yaymayı başarıp başaramadığını ölçümlüyordu. Kanuni durumu anlayınca, mimarbaşını hemen bağışladı.

4.8-İnşaatın Duraklaması

Bir keresinde de yine aynı fesat insanlar, artık sona yaklaşan inşaatın durakladığından yakınmaya başlamıştı.

Bugünün ölçüleriyle bile oldukça hızlı ilerleyen inşaat, gerek projenin büyüklüğü, gerekse mimarın başka yapılarla eş zamanlı olarak ilgilenmek zorunda olması sebebiyle, inşaatı izleyenlere göre, zaman zaman duraklıyor gibi görünüyordu. Sonuçta bunu fırsat bilenler yine durumu padişaha kadar duyurdular. Olay Sinan’ın ağzından şöyle aktarılıyor:

Mermerciler kârhanesinin olduğu yerde, mihrabın ve minberin tarh ve taksimi ile uğraşırken, saadetli padişah geldi. Edeple selamlayıp, huzurunda durdum. İnşaatın durumunu sordu ve:

“Neden benim camimle ilgilenmeyip, önemsiz şeylerle zamanını boşa geçirirsin? Atam Sultan Mehmed Han’ın mimarı sana örnek olarak yetmez mi? Bina ne kadar zamanda tamam olur, tez haber ver!” dedi.

Sultanın öfkesine ilk kez şahit olduğum için adeta dilim tutulmuştu. Fatih Sultan Mehmed’in, mimarını hatasından dolayı ağır şekilde cezalandırdığını biliyordum. Kısa süren sessizliğin ardından şöyle cevap verdim:

“Saadetli padişahın devletinde, iki ayda inşallah tamam olur”

O an saadetli padişah, ayakları dibinde olan ağalara:

“Bre şuna hepiniz sorun, bu bina ne zamana kadar tamam olur?” diye buyurduklarında, ağalar bana dönüp aynı soruyu tekrarladılar:

“Mimar ağa, saadetli padişah ne buyururlar, duyuyor musun? Bu binanın kapısı ne zaman kapanır?”

Ben yine:

“İki ay tamam olunca bu bina da tamam olur” dedim. Padişah hazır olan ağaları şahit tutup:

“Mimar, hele iki ay olunca tamam olmaz ise seninle söyleşiriz” diyerek saraya doğru yola koyuldu.

Saraya vardığında, hazinedarbaşı ve diğer ağalara şöyle buyurmuş:

“Bu mimarbaşı delirmiş, hiç yıllar sürecek iş iki ayda tamam olur mu, herif başının korkusundan aklını kaçırdı. Çağırıp siz de sual ediniz, yoksa durum vahim olacak”

Beni saraya çağırdılar, çarçabuk vardım. Yine ağalar:

“Bina ne zaman tamam olur?” dediklerinde:

“Padişah hazretlerine iki ayda tamam olur diye söz verdim. İnşallah iki ayda tamam edip, tarihe namımı bırakırım” dedim.

Bu çeşit cevap verince ağalar padişaha arz edip dediler ki:

“Saadetli padişahım! Herife gayret düşmüş, inşallah aklı başındadır. Kendisinde bu ihtimam ve gayret varken, pek yakında caminizde namaz kılmak nasip olur”

Bir hafta sonra saadetli padişah binayı tekrar görmeye geldi:

“Mimarbaşı, nasıl, verdiğin sözde hala kararlı mısın?” diye sordu:

“Bağışlayan Allah’ın yardımıyla o söz verdiğim günden iki ay sonuna gelince, saadetli padişahım himmetiyle caminin kapısını tamamen kapatıp, anahtarlarını mübarek ve mutlu ellerinize ulaştırırım” cevabını verdim.

Padişah yine ağaları toplayıp şahitliklerini yeniledi ve saray-ı hümayunlarına doğru yola koyuldu.

Büyük usta gerçekten de büyük bir sorumluluğun altına girmişti. Şehzadesini bile bir çırpıda gözden çıkaran padişaha böyle bir söz vermek yürek istiyordu. Sinan, günümüzün deyimiyle altına girdiği bu challenge’tan alnının akıyla çıkabilmek için sabah akşam dualar etmeye başlamıştı.

Hikâyenin sonunda toplamda 7 yıl süren Süleymaniye’nin inşası gerçekten de büyük ustanın dediği gibi 2 ayda bitti. 1557 yılının Haziran ayında Kanuni Sultan Süleyman’a caminin tamam olduğu haberi ulaşınca, hayretler içinde kalan padişah bizzat kendi gözleriyle görmek üzere Süleymaniye Camii’ne geldi. Üç gün sonra da halka açık büyük bir tören düzenlenecekti.

4.9-Caminin Açılışı

Sonunda büyük gün gelmişti. Büyük Süleyman geldi. Yanında maiyeti ve hasekiler de vardı. Bahşiş ve atıyye dağıtıldı, yüzlerce hilat giydirildi. Önce sadrazam, vezirler, şeyhülislam, ulema ve şeyhler gelip etek öptüler, el bağlayıp durdular. Büyük caminin avlusuna geçildi. Açılış töreni başlamıştı. Sonrasını Sinan şöyle anlatıyor:

Cihan padişahı çıkageldi. Dua ederek kutsal caminin kapı anahtarlarını mübarek ellerine verdim. Dua ederek el kavuşturup durdum. Saadetli padişah, odabaşı tarafına dönerek:

“Caminin kapısını açmaya en layık ve en uygun kim olabilir?” dedi.

Odabaşı:

“Padişahım! Mimar ağa kulunuz bir aziz ihtiyardır. Lokman hikmeti üzere bu hususta en çok emeği geçen odur” deyince;

“Gel azizim, bina eylediğin Allah’ın evini, gönül temizliği ve dua ile yine öncelikle senin açman gerekir” deyip anahtarı bana verdi.

Ben de ‘Ya Fettah!’ deyip açtım.

Kılınan namaz sonrasında, Kanuni, yeni seferlerde dizginleri eline almak için dua etti. Aylardır huzur ve uykusunu terk etmiş Sinan da rahatlamıştı. Yaşının ilerlediği o günlerde, bir kısmı yine mimar olan diğer Sinan’lardan ayırmak üzere, kendisine artık “Koca” Sinan deniyordu. Bundan sonraki yıllarda kendisinden söz eden kaynaklarda “Üstatların üstadı” ve “Seçkin mühendislerin gözü” olarak da anılacaktı.

4.10-Hava Koridorundan Çıkan İsler

Caminin açılış töreninde yer alan kalabalığın anlayamadığı pek çok detay vardı. Bunlardan biri de caminin içine inşa edilen hava koridoruydu. Henüz elektriğin olmadığı yıllarda Mimar Sinan, Süleymaniye’nin aydınlatılması için tam 275 adet dev kandili ve kandillerin konumlandırılacağı yerleri özel olarak seçmişti. Bu kandillerden çıkan is camiye zarar vermesin ve cemaati rahatsız etmesin diye giriş kapısının üzerine küçük bir odacık yapmıştı.

Binanın değişik köşelerine açtığı oyuklardan giren islerin bu odada toplanmasını sağladı ve adına İs Odası denilen bu bölmenin içine özel bir nemlendirme sistemi kurdu. Böylece kandil isleri içerideki temiz havayı kirletmiyordu. Ayrıca odada toplanan islerden döneminin en kaliteli mürekkebini damıtmayı da ihmal etmedi. Süleymaniye Camii’nin duvarlarında gördüğümüz o harika süslemeleri ve yazıları, camiinin kandillerinden çıkan isten damıtılan mürekkeple zenginleştirdi.

4.11-Sultan Süleyman Türbesi

Kanuni, Süleymaniye’nin tamamlanmasından 9 yıl sonra, Zigetvar Kalesi’nin fethinden bir gün önce 7 Eylül 1566 tarihinde doğal sebeplerden vefat etti. Sokullu Mehmet Paşa, Kanuni’nin öldüğünü askerler arasında karışıklığa yol açmamak için 48 gün boyunca ordusundan saklayacaktı.

Kanuni’nin iç organları vefat ettiği yere gömüldü. Sefer dönüşü sırasında Belgrad’da vefatı askerlere söylendi ve cenaze namazı burada kılındı. Ardından bir tabur asker eşliğinde, Vezir Ahmet Paşa’nın komutasında naaşı İstanbul’a getirildi. İstanbul’da Süleymaniye Camii’nde tekrar kılınan cenaze namazı sonrası Süleymaniye Camii mihrabının tam önüne gömüldü. Daha sonra burada kendisine Mimar Sinan tarafından çok güzel bir türbe yapıldı.

Kesme taştan inşa edilen Sultan Süleyman Türbesi, sekizgen bir gövde planına sahip. Gövdenin üst kesiminde yer alan üçlü pencere grupları ve renkli kilit taşlarıyla her cephede tekrarlanan kemerler, taş işçiliğindeki özenli ve renkli ayrıntıları sunuyor. Çift çeperli ve üzeri kurşun kaplı kubbenin iç yüzündeki zengin kalem işleri ise bir başka güzel detay. Dönemin klasik çinileri de yine türbenin güzelliğine güzellik katmış. Türbenin içindeki abanoz ağacından yapılmış fildişi kakmalı dolaplar ve türbe kapısı devrinin en güzel ahşap işçiliği örneklerinden.

Sultan Süleyman Türbesi

Türbede yedi sanduka var. Ortada Kanuni Sultan Süleyman’ın sandukası yer alıyor. Diğer sandukalar ise Sultan II.Süleyman, Sultan II.Ahmed, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan, II.Süleyman’ın annesi Saliha Sultan, II.Ahmed’in hanımı Rabia Sultan ve kızı Asiye Sultana ait. Ayrıca Hürrem Sultan’ın türbesi de hemen Süleyman türbesinin yanında bulunuyor.

4.12-İstanbul’un Değişen Silüeti

Süleymaniye Külliyesi, Mimar Sinan’ın kalfalık eserim dediği en önemli eserlerinden biri. “Kalfalık eserimdir!” cümlesi Sinan’ın mimarî dehasının sonu olmadığını ifade ediyordu. Süleymaniye aradan geçen yıllar içinde İstanbul’da meydana gelen onlarca büyük depremden hiçbir şekilde etkilenmedi. 53 metre yüksekliğindeki devasa kubbesi, inşası sırasında korkulduğu gibi yerinden oynamadı. Binada yüzyıllardır tek bir çatlak dahi oluşmadı. Süleymaniye, Osmanlı klasik üslubunu ve sanat tekniklerini en görkemli uygulamalarla sergileyen bir başyapıttı.

İstanbul’un görünümü Süleymaniye’yle gerçekten değişmişti. Sinan’ın sanatının ve Kanuni’nin büyük politik gücünün güçlü ifadesiydi. Süleymaniye artık Osmanlı döneminin en büyük külliyesi olacaktı. Eğitim merkezi, halk mutfağı, hastane, misafirevi gibi işlevleri, Eski Saray, Ağakapısı ve çarşı bölgesi gibi önemli noktalara yakınlığı ve Haliç’e egemen olağanüstü konumuyla, 19.yüzyıla kadar İstanbul yaşamının odaklarından biri oldu.

Süleymaniye artık yüzyıllar boyunca nice şairlere ilham verecek, nice ressamı ve fotoğrafçıyı peşinden koşturacaktı. Birçok mimar ve tarihçiye göre, hem Türk mimarisinin hem de dünya mimarisinin en seçkin eserlerinden birisiydi. 1985 yılında UNESCO tarafından insanlığın ortak mirası seçilerek “Dünya Mirası” listesine alındı.

5-Diğer Önemli Eserler

4.1-Kırkçeşme Su Tesisleri (1554-1563)

Süleymaniye’nin inşası devam ederken, Sinan bir yandan da diğer bir önemli projeyi yönetiyordu. Sinan’a ün kazandıran ve kendisinin de en çok övündüğü eserlerinden biri olan bu proje İstanbul’a kurduğu su yolları ağıydı. Kırkçeşme adı verilen bu proje, Kanuni’nin isteği üzerinde başlatılmıştı ve Sinan’ın aynı zamanda mühendislik alanındaki dehasını da ortaya çıkaracaktı.

Kanuni Sultan Süleyman bahar günlerinde yeşillikler arasında dolaşmayı seven bir adamdı. Zaman zaman Kağıthane sırtlarında avlanmaya çıkardı. Yine böyle bir gün, şarıl şarıl akan ve topraklar arasında giderek kaybolan, güzel ve berrak bir su ilgisini çekti. O dönemde de İstanbul halkı büyük ölçüde su sıkıntısı çekiyordu.

Fatih Camii, Bayezid Camii, Mahmutpaşa Camii, Mihrimah Camii gibi pek çok caminin şadırvanına, Topkapı Sarayı’na ve daha birçok önemli binanın çeşme ve şadırvanlarına su veren Halkalı Suları, İstanbul’un her geçen gün artan nüfusuna karşılık, ihtiyacı karşılayamaz olmuştu. Bunun üzerine Kanuni, suların boş yere akmaması için lülelere burma takılmasını emretti. Fakat padişahın bu emri halk arasında hoşnutsuzluğa sebep oldu.

Kağıthane’de bulunan su, İstanbul’un su sıkıntısını giderebilirdi. Kanuni, Sinan’a, bu suları İstanbul’a ulaştırmasını emretti. Sinan da hemen işe koyuldu. Eline havayî terazisini alıp vadilerin eğimini, yüksekliğini ve alçaklığını ölçmeye koyuldu. Günlerce eski su yollarını aradı. Onları bulmalı, ortaya çıkarıp bir geçiş güzergahı çizmeliydi. Eski metinlerde Kağıthane Suları olarak geçen bu su tesisleri ilk kez İmparator I.Theodosios zamanında yaptırılmıştı. Şimdi bu tesis yeniden ihya edilecekti.

Sinan bir sürü hesap yaptı ve en ince ayrıntıları bile ölçtü, biçti. Önce suyun esas geçiş yolu olması muhtemel yerleri keşfetti. Su yolunu kaybetmişti. Sinan’a düşen, suyun esas kaynağını bulmak, yönünü şehre çevirmekti. Bundan daha önemlisi, orada ne kadar su olduğuna dair bir hesap yapması gerekiyordu. Daha sonra da hendekler nerelere kazılacak, su havuzları, kemerler, oluklar nerelere inşa edilecek bunları hesaplamalıydı. Fakat bu kolay bir iş olmayacaktı.

Kırkçeşme projesi devam ederken yine bir takım kıskanç bürokratlar Sinan’ın bu projeyle kazanacağı itibarı zedelemek için iftira atmaktan geri durmadılar. Sinan’ın hayal gördüğünü, aslında Kağıthane’de yeteri kadar su bulunmadığını, harcanan emeklerin ve paranın boşa gideceğini söylediler.

Bunun üzerine padişah Sinan’ı sahada ziyaret etti ve su kaynaklarını göstermesini istedi. Sinan uzun uzun padişaha durumu anlatarak yeteri kadar suyun bulunduğuna ikna etti. Hatta İstanbul’un fethinden önce buralarda gayrimüslim yapısı havuzlar ve mermer oluklar olması gerektiğini ve bunların toprak altında kalmış olabileceğini söyledi.

Bir süre sonra Sinan’ın haklı olduğu ortaya çıktı. İşçiler çalıştıkça derelerin her birinin içinden, yüksek merdivenlerle inilen ve tek parça mermerlerden oluşan süslü oluklar çıktı. Padişah bir sonraki gelişinde ortaya çıkan havuzları, süslü mermer olukları gördü. Artık Sinan’a olan güveni iyice artmıştı. Sinan mimarlık ve mühendislik işinde, kendisi hakkında laf üreten herkesten fazlasını biliyor, görevini layığıyla yerine getiriyordu. Mesele böylece kapanmıştı. Artık İstanbul’da hem suyun hem de Sinan’ın hikayesinden bahsedilir olmuştu.

Sonunda Sinan, 1554’te, Kağıthane Deresi’nin suları ile Alibey Deresi’nin sularını toplamak için birçok su kemeri inşa etti. Günümüze kadar gelen bu su kemerlerinin en çok ilgi çekeni, halk arasında Mağlova adıyla bilinen kemer. Diğerleri ise Uzun Kemer, Güzelce Kemer ve Eğri Kemer adları ile biliniyorlar.

Mağlova Kemeri

Alibey Deresi üzerinden geçen Mağlova Kemeri, Kırkçeşme su yollarının en güzel yapısı. Roma çağından bu yana yapılan su kemerleri içinde alışılmışın dışında kalan gerçek bir mimari tasarım harikası. Her iki katta dışarıya doğru pahlı ve aşağıya doğru incelen duvar payandaları görüyoruz. Bunlara, kemer üzerindeki su basıncını minimuma indirecek prizmatik biçimler verilmiş. Böylece kemer sellere karşı daha dayanıklı hale getirilmiş. Burada Sinan’ın yaratıcı mühendisliği kadar, kubbeli taşıyıcı sistemlerle sürekli uğraşan bir mimarın tasarım gücünü görüyoruz.

Proje 1564’te tamamlandığında 55 km uzunluğundaki isale hattı, 33 kemer, 300 çeşme ve çeşitli dağıtım kubbe ve şebekeleriyle eşsiz bir şaheser olmuştu. Sinan İstanbul’da adeta bir su medeniyeti kurmuştu. Onun bu büyük projesi diğerlerinin gölgesinde kaldığı için pek öne çıkarılmıyor ama aslında diğerlerinden çok daha önemli ve zahmetli bir işti. Kanuni’nin Mimar Sinan’a yaptırdığı en pahalı projeydi.

4.2-Kanuni Sultan Süleyman Köprüsü (Büyükçekmece Köprüsü) (1566-1567)

Sinan bina ve su tesisi tasarlamakta usta olduğu kadar köprü tasarlamakta da ustaydı. Köprü inşaatında büyük deneyime sahip olduğu, asker olarak katıldığı seferlerden biliniyordu. Ancak o, bütün bu yeteneğini 1567 yılında tamamladığı Kanuni Sultan Süleyman Köprüsü yapımında göstererek, büyük bir hayranlık kazanacaktı.

Köprü, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan tarihi ticaret yolu üzerinde, Büyükçekmece Gölü’nün Marmara Denizi ile birleştiği noktada yapılacaktı. Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusu Zigetvar Seferi’ne çıkarken, Büyükçekmece Gölü ile denizin birleştiği bu noktadan sallarla karşıya geçmekte çok zorlanmıştı. Bunun üzerine sultan buraya bir köprü yapılmasını emretti. Ancak Kanuni, Zigetvar Kuşatması sırasında öldüğü için köprü, oğlu II.Selim zamanında tamamlanacaktı.

Kanuni Sultan Süleyman Köprüsü (Büyükçekmece Köprüsü)

Mimar Sinan’ın “köprülerim içerisinde şaheserimdir” dediği bu köprü, 636 metre uzunluğunda ve 7,17 metre genişliğinde. 4 ayrı bölümden ve 28 kemerden oluşan köprünün yapımı sırasında, 40.000 m³ taş doldurulmuş. Sinan, her bölümün uzunluk ve yüksekliğini ayrı tutarak dalgalı bir görünüş sağlamış. Ayrıca çevrede yaşayan kuşları da düşünmüş. Kuşların barınması için köprünün yanlarına oyuklar ve kuş evleri yaparak duygusal yaklaşımını ortaya koymuş.

4.3-Külliyeler

Sinan’ın hayatı boyunca yaptığı çalışmalar çok çeşitliydi. Zaten tasarladığı camileri çoğunlukla bir külliye şeklinde tasarlıyor ve cami bu kompleksin merkezinde yer alıyordu. Camiyle birlikte hamam, medrese, mektep, imaret, türbe, kütüphane, aşevi, hastane, kervansaray, çarşı, tekke ve zaviye binalarından oluşan yapılar topluluğuna külliye deniyor biliyorsunuz.

İslam toplumunun oluşumunda şehirlerde mahalle hayatı külliyeler çevresindeki mimari yapıda yoğunlaşıyordu. Bu yapının merkezinde cami olurdu. Cami cuma namazlarındaki zorunlu toplanma yeri olmasının yanında bir toplantı, tören ve müzakere merkeziydi.

Külliye içinde ve dışında han, çarşı, fırın, değirmen, imalathane, boyahane, sal-hane, bayram ve pazar yerleri gibi ticaret amacıyla kurulmuş yapılardan elde edilen gelirler külliye giderlerine ayrılırdı. Sosyal hizmet olarak üretilen külliye kavramının temelinde halka parasız hizmet ilkesi vardı.

Şehrin merkezinde yer alan külliyelerin dışında bir de şehirler arasında kurulan külliyeler olurdu. Mimar Sinan’ın bu şekilde inşa ettiği birçok menzil külliyesi var. İstanbul-Edirne yolu üzerinde Büyükçekmece, Babaeski, Lüleburgaz ve Hafsa gibi yerleşim merkezlerinde yer alan bu külliyelerin büyük bir kısmı bugün bile ayakta. Anadolu yakasında ise Gebze, Konya, Antakya gibi yerlerde de menzil külliyeleri bulunuyor. Menzil külliyeleri sefer zamanlarında ordunun, barış zamanlarında ise ticaret kervanları, sivil yolcular ve hayvanların konaklamasına, dinlenmesine imkan sağlıyordu.

4.4-Ayasofya

Sinan hayatı boyunca zaman zaman eski yapıların restorasyonuyla da ilgilendi. Bu konudaki en büyük çabalarını Ayasofya için harcadı.

İstanbul’un fethinden II.Selim’in son zamanlarına kadar Ayasofya civarı pek ziyade kalabalıklaşmıştı. Caminin etrafı evlerle doluydu. Ayrıca paye duvarları harap olmuş, yıkılmaya yüz tutmuştu. Kubbesi de artık çökme tehlikesi taşıyordu. O zamanın Ayasofya vakıf yöneticisi meseleyi Divan’a taşıdı. Ayasofya’nın restore edilmesine karar verildi. O tarihte Ayasofya tam 1035 senelik bir yapıydı.

Etrafına paye duvarları yapılması işi Mimar Sinan’a verildi. Sinan’la beraber bina işlerinden anlayan mimarlardan oluşan bir komisyon teşkil edildi. Komisyon tetkikler yaptı. Önce Ayasofya, içine ve dışına yuva yapmış hayvanlardan, etrafını mesken tutmuş insanlardan temizlendi.

Sonunda tadilat başladı. Bina, Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla yani payandalarla takviye edilerek son derece sağlamlaştırıldı. Günümüzde binanın dört tarafındaki toplam 24 payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Doğu Roma İmparatorluğu Dönemine ait.

Sinan ayrıca kubbeyi taşıyan payelerle yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerlerle besleyerek kubbeyi de sağlamlaştırdı. III.Murad döneminde binanın batı kısmına iki geniş minare, içine hünkar mahfili ve güneydoğu kısmına II.Selim’in türbesini ekledi. 1600’lerde ise III.Murad’ın ve III.Mehmed’in türbeleri de yine Ayasofya haziresine eklenecekti.

1575’te Ayasofya Camii’nin tamiri ve etrafının temizlenmesi tamamlandı. O tarihten itibaren caminin civarına ev yapmak yasaklandı.

Eski eserlerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması işi zaman zaman Sinan’ı meşgul eden bir durumdu. Bu sebeple Zeyrek Camii ve Rumeli Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkanların yıkımını da sağladı. İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususta ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarıyla bizzat ilgilenmesi de yine Sinan’ın bilinmeyen özelliklerinden biri.

4.5-Mihrimah Sultan ve Sokullu Mehmed Paşa Camileri

Mimar Sinan hayatı boyunca uçsuz bucaksız Osmanlı toprakları üzerinde pek çok şehirde daha birçok önemli esere imza attı. Bunların arasında Kanuni’nin çok sevdiği ve üzerine titrediği biricik kızı Mihrimah Sultan için yaptırdığı biri Edirnekapı’da biri de Üsküdar’da bulunan ve çok nadide eserler sayılan Mihrimah Sultan Camileri ve üç padişaha sadrazamlık yapmış, Osmanlı tarihindeki önemli karakterlerden biri olan meşhur Sokullu Mehmed Paşa adına yapılan biri Kadırga’da biri de Azapkapı’da bulunan ve yine harika işçilikler barındıran Sokullu Mehmed Paşa Camileri Sinan’ın en güzel eserleri arasında sayılabilir.

4.6-Kılıç Ali Paşa Camii

Kılıç Ali Paşa Camii

Ayrıca yine İstanbul’da bulunan ve Kaptan’ı Derya Kılıç Ali’nin Mimar Sinan’a yaptırdığı Kılıç Ali Paşa Camii de yerli yabancı birçok turisti kendisine çekiyor. Kubbenin iki yanındaki yarım kubbeler, diğer iki yanındaki kemerler ve destek duvarlarıyla cami, Ayasofya’nın küçük boyutta bir taklidi. İslam bezemesi ögeler kaldırıldığında bir kilise tasarımı ile karşılaşıyoruz.

Ömrünün sonlarına gelen ve artık usta olan Mimar Sinan için başka bir yapının kopyasını yapmasını bekleyemeyiz. Bu cami, Kılıç Ali Paşa’nın Ayasofya’ya duyduğu özel bir tutkunun ifadesi olabilir.

4.7-Rüstem Paşa Camii

Mimar Sinan’ın yaptığı eserler arasında çini süslemeleriyle rakip tanımayan bir cami de var. Rüstem Paşa Camii. Tahtakale semtinde Hasırcılar Çarşısı içinde yer alan cami, Kanuni’nin sadrazamlarından ve aynı zamanda Mihrimah Sultan’ın kocası olan Damat Rüstem Paşa adına yapılmış. Rüstem Paşa Camii’nin her tarafı çinilerle kaplı. Bu tasarım Paşa’nın özel isteği olabilir. Cami adeta bir çini müzesi. İznik duvar çinileri imalatının teknik ve desen açısından en mükemmel aşamasına ulaştığı dönemin ürünleri. Özellikle lale motifli çiniler, Türk çini sanatının en başarılı örneklerinden sayılabilir.

Rüstem Paşa Camii

Mimar Sinan bu camilerin her birinde yeni şeyler denemiş, sürekli üzerine koyarak ilerlemiş, zaman zaman patronlarının isteğine boyun eğmiş ama her şeye rağmen her biri üzerinde titizlikle çalışmıştı. Her birindeki ses ve aydınlatma tasarımını her Sinan camisinde olduğu gibi mükemmel şekilde yapmıştı. Her biri ayrı birer mimari harikasıydı. Fakat bunların arasında biri vardı ki ondan daha iyisi yapılamadı. O abidevi eser Kanuni’nin oğlu Sultan II.Selim’e, namı diğer Sarı Selim’e nasip olacaktı.

Selimiye Camii.

6-Selimiye Camii (Ustalık Eseri) (1568-1574)

Bildiğiniz gibi, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra tahta II.Selim, ondan sonra da III.Murad geçti. Sinan, her iki padişah döneminde de başmimarlık yapmaya devam etti. Kanuni Sultan Süleyman döneminde 27 yıl, II.Selim döneminde 8 yıl, III.Murad döneminde ise 14 yıl başmimarlık yaptı.

II.Selim (Sarı Selim)

Kanuni’nin gözde eşlerinden biri olan Doğu Avrupalı Hürrem Sultan’ın oğlu olan Selim, annesine benzediği için “Sarı” lakabıyla anılıyordu. Zevk ve eğlenceye çok düşkündü ve tutuk, çekingen bir yapısı vardı. Saltanatı boyunca hiç sefere çıkmadı. Bu karakterine rağmen babasının döneminden kalan güçlü kişiler sayesinde imparatorluğun parlak günlerini bir süre daha uzatabilecekti. Özellikle Sokullu Mehmed Paşa, devlet yönetimini elinde tutarak büyük ölçüde padişahın görevlerini üstlenecekti.

II.Selim için, adına Edirne’de yapılacak caminin Mimar Sinan’ın ustalık dönemine rastlaması aslında büyük şanstı. Koca Mimar Sinan Ağa, artık 80’ine merdiven dayamıştı ve hayatı boyunca biriktirdiği bütün deneyimi son bir büyük eserde ortaya koymak isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Selim tahta geçişinden bir yıl sonra büyük bir eser yaptırmak isteğini mimarbaşına şöyle iletti:

“Bizden geriye bir şey kalsın isterim. Benim adıma öyle bir bina yap ki eşi benzeri bulunmaya! Bu caminin hiçbir yerinde fazlalık ve noksanlık olmaya! Hatta öyle ki yükseldiği yere kudret eliyle indirilmiş hissi vere! Adımı geleceğe taşı. Hiçbir isteğine hayır denmeyecektir mimarbaşı.”

II.Selim’in camisi imparatorluğun Avrupa’daki gücünün hala devam ettiği 16.yüzyılda, bu politik egemenliği vurgulayan son sultan yapısı olacaktı. Bu kadar görkemli bir sultan camisinin İstanbul yerine Edirne’de yapılmış olması her zaman sorgulandı. Gerçi Edirne, 16.yüzyılda Kahire, Halep, Şam ve Bursa gibi, imparatorluğun en önemli kentlerinden biriydi. Avrupa’da kesin olarak Türkleşmiş coğrafi alanın sınırı Edirne’ydi. Ayrıca o tarihte İstanbul’un silüetine egemen olan en yüksek noktalar daha önce yaptırılan camilerle doluydu. Bu etmenlere II.Selim’in Edirne’de geçirdiği gençlik yılları da eklenince, buraya ayrı bir sempati beslediğini düşünebiliriz.

6.1-Projenin Tasarımı

Süleymaniye’den sonra bazıları, Sinan’ın dehasına laf edememiş, yapısına kusur bulamamış, bu yüzden de Süleymaniye’nin kubbesinin Ayasofya’dan küçük olmasını dillere dolamışlardı:

“En büyük ve aşılamaz eser Ayasofya, çünkü en büyük kubbe hala Ayasofya’da. Süleymaniye de büyük bir eser ama ya kubbesi?” diyorlardı.

İşte bu sözler Mimar Sinan’ın canını sıkıyordu. Güzelliğin büyüklükte olmadığını biliyordu ama yine de bu sefer daha büyük çapta bir kubbe yapmayı seçti. İsteğini padişaha iletti ve isteği hemen kabul edildi. Selimiye’nin kubbesi Ayasofya’yla aynı büyüklükte olacaktı.

Sinan gerçekten Ayasofya kubbesinden daha büyük bir kubbe yapmak isteseydi, Selimiye’de bunu gerçekleştirememesi için, statik ya da yapı tekniği açısından hiçbir neden yoktu. Fakat o bir yarış havası içerisine girmedi. Selimiye’de Ayasofya’nın büyük payanda duvarlarının yarattığı gerilim olmayacaktı. Osmanlı sanatının zirvesi kabul edilen ve dünya mimarlık tarihinin başyapıtlarından olan Selimiye Camii, sanatsal deha, matematik, bilgi, ustalık ve vizyon bileşenlerinin bir araya gelmesiyle doğacaktı.

Selimiye Camii

Bu anlayış içinde Sinan, Edirne’nin en güzel yerini seçti. Ayrıntılı ve geniş bir külliye planı içinde olmamasına rağmen, çevresindeki birkaç yapı içinden yükselerek beliren Selimiye, İstanbul’daki Fatih ve Süleymaniye külliyelerine göre, bulunduğu alanın odak yapısı olarak daha fazla dikkati çekecekti. Çünkü bir ova şehri sayılan Edirne’de yüksek bir tepeye kurulacaktı. Böylece yapı her yönden ve çok uzaklardan fark edilebilecekti. Gerek Rumeli istikameti, gerekse İstanbul’dan Edirne’ye yaklaşırken, kendisini fark ettirecek, 10-15 km mesafeden minareleri, daha da yaklaştıkça kubbesi ve nihayet bütün azameti belirecekti. Böyle bir şehirde ne Haliç ne de Marmara vardı. Sinan, denizden görünüş avantajları ve güçlü yükseltileri olmayan bir alanda, isabetli bir yer seçmişti.

6.2-Kubbe

1568 yılında yapımı başlayan caminin inşasında 15 bin kişi görev aldı. Sinan, zemin mühendisliği yaparak depremleri de her zaman hesaba katardı. Bu yüzden yapının harcında, içerisinde devekuşu yumurtası olduğu bilinen “Horasan Harcı” karışımını kullandı.

Selimiye, külliye olarak yapılmış olsa da aslında büyük bir külliye değil. II.Bayezid’in yaptırdığı külliye kentin sosyal gereksinimlerini karşılayacak kadar büyük olduğundan bir büyük külliyeye daha gerek yoktu. Selimiye’nin dış avlusunda caminin iki tarafında birbirinin aynısı olan iki medrese bulunuyor. Bir de güneybatı yönüne bakan arasta var. Cami platformunun güneybatı yönünde istinat duvarlarıyla desteklenmesi zorunluydu. Dolayısıyla Selimiye’de arasta, bir dükkanlar silsilesi olmaktan çok istinat duvarı görevi görüyor.

Tabii ki Selimiye’nin en önemli bölümü kubbesiydi. İnsanlık tarihinin en eski ve en evrensel mimari biçimi olan kubbe, Selimiye Camii’yle birlikte gelişiminin son noktasına ulaştı. Bu büyük ana kubbeyle vurgulanan merkezilik etkisi, caminin giriş yönünde yapılan avluyla, yapıyı, iri bir kümbet görüntüsünden kurtardı.

Selimiye Camii

Selimiye’de daha önceki hiçbir camide ya da antik çağ mabedinde görülmemiş bir teknik kullanıldı. Daha önceki kubbeli yapılarda, asıl kubbe, kademeli yarım kubbelerin üzerinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii 43.25 metre yükseklikte, 31.25 metre çapındaki tek bir parça ile örtüldü. Sadece süs amaçlı küçük yarım kubbeler kullanılmıştı. Ana kubbe, 8 sütuna dayanan bir kasnak üzerine oturtuldu. Kasnak, filayaklarına 6 metre genişliğinde kemerlerle bağlanmıştı. Ayrıca kasnağa gizlenmiş dövme demirden bir çember, kubbenin yatay açılma hareketini kilitliyordu. İçten ve dıştan görülmeyen bu demir kuşak büyük camilerin hepsinde uygulanmıştı.

Selimiye’nin piramidal yapısı, payanda kuleleriyle daha da yükselerek kubbe kasnağını kucaklıyor. Orta mekanı genişletmek üzere inşa edilen 8 sütun, dışta, aynı sayıdaki ağırlık kuleleriyle kubbeyi çevrelemiş. Statik amaçlarla yapılmış hissi veren bu kubbeli payanda kulelerinin içleri aslında boş. Görsel amaçlarla tasarlanmışlar ve kubbenin alışılmış yalınlığını dinamik bir profile dönüştürmüşler. Bu da kubbeye estetik bir görünüm kazandırmış.

Mimar Sinan, iki bin tonluk ağırlığıyla yerden yükselmesi imkansız gibi görünen dev kubbeyi yüksek bir konuma oturtabilmişti. Geniş çaplı kubbeyle örttüğü iç mekana muazzam bir genişlik ve ferahlık vermişti. Böylece mekanın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağladı. Kubbe aynı zamanda caminin dış görünüşünün ana hatlarını da belirlemiş oldu.

6.3-İç Mekan

Selimiye’nin mihrap bölümü de alışılmışın dışında bir tasarıma sahip. Caminin kıble yönüne doğru büyük bir girinti yapmasıyla, harimin uzantısı halinde oluşturulmuş. Dıştan bakıldığında kıble duvarı için bir destek şeklinde tasarlanmış olan bu kütle, yarım bir kubbeyle örtülmüş. Başka camilerde de nadiren kullanılan bu yapı planı cemaatin kalabalık olmadığı durumlarda bağımsız bir mescid işlevini üstleniyor.

Selimiye’nin iç mekanında, minare gövdelerinde kullanılan yivli tasarım devam ettirilmiş. Böylece dışıyla içi arasında harika bir uyum yakalanmış. Ayrıca kemer altlarındaki perde duvarlara bir süzgeç gibi açılan çok sayıdaki pencere uygulamasıyla da istenen ışık elde edilmiş. Sinan’ın hem Süleymaniye’de hem de Selimiye’de pencereleri nasıl ustaca tasarladığını gördükçe ışığı iç mekana dağıtma konusunda da ne kadar usta olduğunu görüyoruz. Bu kadar geniş bir mekanı bu denli aydınlık tutabilmek kolay bir iş değil. Ayrıca Selimiye’de de kandillerden çıkan islerin dışarı tahliyesini sağlayan delikler olması yine ince zekanın ürünü.

Selimiye Camii içi

Mimar Sinan’ın yaptığı camilerde ses çınlamaz, yankı yapmaz, kaybolmaz. Okunan dualar caminin her yerinden net olarak duyulur. Bu, Mimar Sinan’ın aynı zamanda bir akustik uzmanı olduğunu da gösteriyor.

Selimiye’nin mermer minberi, geometrik örgü ile ustaca süslenmiş. Bakan herkeste hayranlık uyandıran ince işçiliğin her türlüsünü gördüğümüz harika detaylardan biri. Çini kaplı külahıyla da farklı bir tasarım.

Caminin içinde mekan algısını en çok etkileyen şey, kubbenin altındaki müezzin mahfili. Sinan, büyük camilerinde müezzin mahfilini hiçbir zaman caminin ortasına koymamıştı. Bu ilginç bir karar çünkü arka saflarda namaz kılanların büyük bir bölümünün mihrabı görmesine engel oluyor. Sinan burada cami planında tasarladığı merkezilik düşüncesini müezzin mahfiliyle vurgulamak istemiş olabilir.

Müezzin mahfilinin ayağındaki lale motifi

Müezzin mahfili, bir yüksek platform halinde mermer ayaklar üzerinde yerden birkaç metre yükseltilmiş ve bu platformun altına caminin ikinci şadırvanı yapılmış. Bursa Ulu Camii’nden sonra bu tür uygulama Osmanlı camilerinde pek gördüğümüz bir şey değil. Serinliği su sesiyle birleştiren şadırvan, camide farklı bir ambiyans yaratmış. Ayrıca müezzin mahfilini ayakta tutan mermer desteklerden biri üzerine ters olarak işlenmiş lale motifi, caminin bu bölümünü daha da ilginç kılıyor. Bu motifin dramatik hikayesi nesilden nesle aktarılıyor. Hikaye şöyle:

Padişah II.Selim, Mimar Sinan’dan bir cami yapmasını isteyince, Sinan, cami için uygun bir yer bulmak adına araştırma yapmaya koyulmuş. Edirne sınırları içinde yapılması istenen cami için Mimar Sinan uygun yeri bulduğunu düşünmüş fakat camiyi yaptırmak istediği yerin sahibi olan kadın anlaşılması zor ve ters bir insanmış. Ayrıca caminin şimdiki yerinde o dönemlerde büyük bir lale bahçesi varmış. Bahçe sahibi kadın da bu yüzden oraya bir yapı inşa edilmesini istememiş ve ters davranışlar sergilemiş. En sonunda kadını ikna etmek için kadının yanına gitmişler.

Karşısında padişahı gören kadın istemeye istemeye bahçeye cami yapılmasına müsaade etmiş. Fakat bahçesini verirken de bir şart sunmuş. Bir zamanlar burada bir lale bahçesi olduğunun unutulmaması için camide bir lale motifi görmek istediğini söylemiş. Bu istek de padişah tarafından kabul görmüş ve Mimar Sinan’a bu isteği yerine getirme talimatı vermiş.

Sinan kendisini bu kadar uğraştıran kadının isteğini yerine getirmiş getirmesine fakat kadının tersliğine bir gönderme yapmayı da unutmamış. Lale motifini mermere ters olarak nakşetmiş.

6.4-Süslemeler

Caminin genel tasarımı kadar içerisine yapılan süslemeler de çok önemli. Selimiye’de kullanılan mermer, çini ve hat işçilikleri yine döneminin en yetenekli sanatçıları tarafından yapılmış. Taş işçiliği muazzam. Yapının içi, özellikle mihrap bölümü İznik çinileriyle süslü.

Yapının, kuzeye, güneye ve avluya açılan üç kapısı var. İç avlu, revaklar ve kubbelerle zenginleştirilmiş. Revakların kemerlerinin farklı açıklık ve yükseklikte yapılması tekdüzeliği ortadan kaldırılırken, kemer kavislerindeki atlamalı, renkli taş uygulamaları da iç avluya farklı bir hava katmış. Dış avluda ise sıbyan mektebi, dar-ül kurra, dar-ül hadis, medrese ve imaret bulunuyor. Sıbyan mektebi günümüzde çocuk kütüphanesi, medrese ise müze olarak kullanılıyor.

6.5-Minareler

Sinan, Şehzade Camii’yle başlayarak minareleri cami planlamasına entegre etmeye çalışmıştı. Süleymaniye’de, gelişmiş revak tasarımıyla bu işi biraz daha ilerletmişti. Selimiye’de ise minareler artık planın bütünleyici ögelerine dönüşmüş oldu. Selimiye’yi Selimiye yapan önemli faktörlerden birisi de bu minareler.

Caminin dört köşesinde bulunan, üç şerefeli ve 380 cm çapındaki minareler, alemleri dahil 85 metre yüksekliğinde. Sinan bu minarelerde derinleşen yivler kullanarak düşey hareketi daha güçlü vurgulamış ve ışık-gölge etkisini artırmış. Ayrıca minarelerin kubbeye yakın olması da, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi göstermiş. Selimiye’nin efsaneleşmesinde minarelerin katkısı büyük. Uzaktan bakıldığında, kubbeyi kuşatan uzun minare demeti, her şeyden önce kütle kompozisyonunda dikeylik duygusunu güçlendirmiş. Bu caminin en büyük özelliği Edirne’nin her tarafından görülebiliyor olması.

Minarelerin enteresan özelliklerinden birisi de şerefelerine üç ayrı merdivenden çıkılabiliyor olması. Minare gövdesi boyunca bir vidanın dönen yivleri gibi yükselen üç merdivenden birincisi en üst şerefeye kadar çıkarken, ikincisi alt ve orta şerefelere, üçüncüsü ise bütün şerefelere ulaşıyor. Bir başka deyişle, üç ayrı kişi birbirini görmeden ayrı şerefelere çıkabiliyor.

Selimiye Camii minarelerinin üçlü döner merdiveni

Üçlü döner merdiven sistemi, yalnızca üç şerefeye ulaşmayı sağlayan bir unsur olmaktan öte, duvar çeperine saplanan basamak taşları dolayısıyla önemli bir iç bağlantı elemanı da olmuş ve minarelerin günümüze kadar sapasağlam gelmesini sağlamış.

6.6-Eğri Minare Hikayesi

Hızla ilerleyen Selimiye Camii inşaatı bitmek üzereyken minarelerden birinin pek de sağlam olmadığını ileri süren küçük bir çocuk o minarenin yüzyıllar boyunca dayanmayacağını düşünmüş olacak ki cami inşaatında çalışan ustalara itirazda bulunmuştu. Minarelerden birinin eğri olduğunu söyledi. Ustalar minarenin düzgün olduğunu dillerinin döndüğü kadar anlatmaya çalıştılar ama çocuğu bir türlü inandıramadılar.

Çocuk minarenin eğri olduğu konusunda ısrar edince, ustalar çocuğu döverek azarladılar. Canı yanan çocuk hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. O sırada Mimarbaşı Sinan, olay yerine ulaştı. Ağlayan çocuğa ne olduğunu sordu.

Çocuk:

“Şu minarenin eğri olduğunu söyleyince, bu amcalar beni dövdü,” diye cevap verdi.

Sinan ustalara göz kırptı ve dedi ki:

“Çocuk haklı. Hemen minareyi düzelteceğiz.”

Bunun üzerine birkaç işçi, yanlarında uzun halatlarla minareye çıkarıldı. Halatın ucunu minarenin gövdesine sıkıca bağlayan işçiler, diğer ucunu aşağıya sarkıttılar. Birkaç işçi de ipin aşağıya sarkan ucunu kavradıktan sonra, Sinan çocuğa sordu:

“Söyle bakalım, minare hangi yöne doğru eğri?”

Çocuk:

“Şu yöne,” diyerek parmağıyla gösterdi.

Sinan işçilere ipi ters yönde çekmelerini emretti. Ustalar ipe biraz asıldıktan sonra Sinan çocuğa tekrar sordu:

“Söyle bakalım çocuk düzeldi mi minare?”

“Yok,” dedi çocuk. “Biraz daha çekilmesi lazım.”

“Haydi aslanlarım biraz daha gayret,” diye bağırdı Sinan. Ustalar da tekrar yalandan ipe asıldılar.

Çocuk:

“Heh, işte şimdi oldu,” deyince Sinan:

“Artık ipi bırakabilirsiniz. Minare tam düzelmiş oldu,” diye devam etti. Ardından çocuk için şeker aldırttı ve başını okşayarak teşekkür etti.

Çocuk isteği yerine geldi diye çok sevinmişti. Ancak bütün ustalar hayretler içerisinde Sinan’a bakıyordu. Saatlerdir bir çocuk yüzünden oyun oynuyorlardı. Sinan durumu anladı ve yaptığı şeyin sebebini şöyle açıkladı:

“Hepinizin hayret ve merak içinde olduğunuzu biliyorum. Küçük çocuğu ikna edebilmek için çok basit yollar varken, onu döverek inandırmaya zorlamak, siz koca adamlara yakışır mı? Unutmayınız ki karşınızdaki bir çocuktur. Onu ikna edemezseniz, halkı da ikna edemezsiniz. Şimdi bu çocuk; mahalle mahalle dolaşarak, burada yapılan minarenin eğri olduğunu avaz avaz bağırıp halka duyurursa, yaptığımız bu caminin adı eğri minareli cami olarak kalır. Fakat siz çocuğu anlayacağı bir üslupla inandırırsanız hem o hem biz rahat ederiz. Şimdi anladınız mı neden böyle davrandığımı?”

Bu konuşma üzerine ustalar Mimarbaşı Sinan’a hak vererek, yaptıkları hatayı kabul ettiler. Hikaye mutlu sonla bitmiş kimsenin kalbi kırılmamıştı. Sinan emrindeki binlerce insanın sevk ve idaresini de bu şekilde ustalıkla yönetiyordu. Mimarbaşı olmak sadece tasarlamak ve yönetmek değil aynı zamanda liderlik etmeyi de gerektiriyordu. Sinan’ın başarılarından biri de buydu.

6.7-Edirne’nin Değişen Silüeti

Caminin 27 Kasım 1574’te, Cuma günü açılması planlanmıştı. Ancak II.Selim’in ölümüyle tarih ertelendi. 14 Mart 1575’te ibadete açıldığında herkesin gözleri parlamış ve yapının azameti karşısında dili tutulmuştu. Sonunda cami bitmişti. Mimar Sinan şu sözleri sarf etti:

“Hayatım boyunca birçok eser yaptım. Sonunda bütün gücümü bu Selim Han Camii’ne sarf edip mimarlık sahasındaki bütün maharetimi ayan ve beyan eyledim.”

Selimiye basit bir geometrik biçim düzenini büyük bir sanat yapıtı statüsüne çıkaran tasarımsal metamorfozun en güzel örneklerinden biri. Cami içinde harika bir bütünlük hissi var. Fakat kubbe göğe asılı olarak durmuyor. Işıklı bir kafesin içine yerleşmiş sekiz ayakla yere oturuyor. İçeri girildiğinde bütün görkemiyle algılanan katıksız kubbeli mekan, yaşlı Sinan’ın ruhunun dinginliğini de yansıtıyor.

Mimar Sinan, Selimiye’yi 85’inde tamamlayarak sanat ve mutluluğun en yüce noktasına yükselmişti. “Ustalık eserim” dediği bu eserle bütün birikimini ve zekasını ortaya koyduğunu anlatıyordu. Büyük Usta’nın Selimiye’de kullandığı bazı teknikler günümüzde bile hala anlaşılamadı. Bugün bile böyle bir yapı inşa etmek çok zor görülüyor.

Selimiye, 2011’de UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil edildi. Gerçekten de Mimar Sinan’ın dünyaya verdiği son mimarlık dersiydi. Mekan, büyüklük, yükseklik, topluluk ve ışık etkisi bakımından döneminin bütün yapılarından daha üstündü.

Sinan’ın sanatının doruk noktasıydı.

7-Ölümü

Uzun bir ömür yaşayan Sinan, 5 padişah görmüş, Türk tarihinin en zengin dönemlerinden birinde yetişmişti. Her yeni padişah sanatına büyük saygı gösterdi ve devletin bütün kaynaklarını emrine verdi. Bu sayede Sinan dönemin en büyük hattat, nakkaş, oymacı, çinici, camcı ve taş yontucularını çalıştırabilmişti. Kendisine verilen bütün bu imkân ve fırsatlara layık oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun altın çağına şaheserler sundu. Böylece mimarlık alanında evrensel boyuta ulaştı.

Yaşadığı 16.yüzyıl boyunca Sinan, başlı başına bir okul oldu ve sayısız öğrenci yetiştirdi. Ondan sonra gelen öğrencileri, 17.yüzyılda Osmanlı mimarisinin klasik dönemini sürdürdüler. İstanbul’daki Sultanahmet Camii ve Hindistan’daki Tac Mahal gibi abidevi eserleri inşa ettiler.

Büyük usta ölmeden önce mal varlığını vakıf yaptı. Evlerinin, dükkanlarının ve diğer taşınmaz mallarının gelirleriyle okul yapılmasını, dul ve yetimlere elbiseler dağıtılmasını, İstanbul’un ihtiyacı olan semtlere çeşme, yol ve benzeri hayır hizmetleri için harcanmasını vasiyet etti.

Belgelerle kesinleşen şu ki, 1588’e kadar son yıllarını Süleymaniye’deki evinde geçirdi. Sık sık evinin penceresinden çok sevdiği eserinin gökyüzüyle bütünleşen silüetini seyretti.

Hayatı boyunca iki defa evlendi. Vakfiyelere göre beş kızı, iki oğlu oldu. Doğduğu yer olan Ağırnas’la bağlantısını hiç kesmedi. Zaman zaman orayı da özledi. Hristiyan kardeşleri orada yaşamaya devam ettiler. Fakat kendisi o topraklara gömülmek istemiyordu. İmparatorluğun başkentinde kalmayı tercih etti.

7.1-Türbesi

Ölümünün yaklaştığını hisseden yorgun usta, 1587 yılında çok sevdiği Süleymaniye Külliyesi’nde kendisine sade ve mütevazı bir türbe yaptı. Arkadaşı şair ve nakkaş Saî Mustafa Çelebi’ye, kısaca anılarını ve yaptığı eserlerin listesini yazdırdı. 1588 yılında hayata gözlerini yumdu. 98 yaşındaydı. Koca Sinan, vatanına bıraktığı muazzam abideye imzasını koymayı az gördü. Onun en mütevazı köşesine aziz vücudunu da gömdürdü.

Süleymaniye Külliyesi haziresinde bulunan Kanuni ve Hürrem Sultan türbeleri ile Mimar Sinan’ın türbesi karşılaştırıldığında, Sinan’ın türbesinin oldukça basit ve mütevazı olduğunu görüyoruz. Yapı, son derece ahenkli ölçülerle, adeta bir yüzük taşı gibi bulunduğu üçgen alanın en uç noktasına oturtulmuş. Türbenin çevresini iki yönden yüksek duvarlar kuşatıyor.

Mimar Sinan Türbesi

Mermerden yapılmış bir sebilin arkasında yer alan türbe, yontma küfeki taşı ile mermer kombinasyonundan inşa edilmiş. Mimar Sinan’ın sandukasının önünde hacet penceresinin üzerinde, yekpare mermerden bir kitabe yer alıyor. Sai Çelebi’nin üç satır halinde yazdırdığı bu kitabe, Hasan Karahisari hattı. Büyük ustanın meslek başarılarının en zirve noktalarını bir çırpıda sayıvermesi, ölüm kitabesini şaşırtıcı bir özgeçmiş dökümanına dönüştürmüş. Yerli yerinde kullanılan sembolik anlatımlar dışında göze çarpan somut gerçekler, günümüz Türkçesiyle şunlar:

-O, Han Süleyman’a mimar oldu, kendisine cennet gibi bir cami yaptı, yollar açarak su getirdi, Çekmece Köprüsü’nü inşa etti.

-80 yerde 400’den fazla mescid yaptı.

-100 yıl yaşadı.

Sonuç:

“Geçdi bu demde cihandan, Pir-i Mimaran Sinan”

Yakın dostu Sai Mustafa Çelebi, yol arkadaşlığının bittiğini görerek uzun mezar kitabesini bu cümleyle bitirmişti:

“Bu dünyadan mimarların piri olan Sinan da geçti”

Sinan’ın üstün mimarlığı kuşkusuz doğuştan gelmedi. O yaşadığı çağı çok iyi anlamış ve özümsemişti. Mimarlık ve mühendislik bilgilerini derinleştirerek kendini yetiştirdi. Alanındaki gelişmeleri takip eden biriydi. Geçmiş kültürel mirası inceleyerek geleceği inşa etti. Mimarlık ve mühendislik becerisini her yönüyle ortaya koyarak bize unutulmaz eserler bıraktı. Osmanlı mimarisini yeniden yorumladı.

Mimarların piri elbette genlerinde diğer insanlardan birtakım farklar taşıyordu. Ama aynı zamanda çok çalışkan ve sabırlıydı. İradesine hakim olmayı iyi biliyordu ve bir karar aldığında geri adım atmıyordu. Sinan’ı “Büyük Usta Mimar Sinan” yapan şey buydu. Öldüğünde ünü artık bütün bir Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşmıştı. Elbette işin içinde birazcık şans da vardı. Devşirme sistemi olmasaydı Ağırnas köyünde kalacaktı. Ama köyünde kalsaydı bile yaşadığı çevrenin en iyi marangozu, dülgeri olurdu.

O, bugün bile birçok mimara örnek oluyor. Adı caddelere, binalara, meydanlara veriliyor. 1976’da Uluslararası Astronomi Birliği’nin aldığı kararla Merkür’deki bir kratere “Sinan” adı verildi. İstanbul’da bulunan bir devlet üniversitesine 1982 yılında “Mimar Sinan Üniversitesi” dendi. 2003 yılında adı “Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi” olarak değiştirildi. Ustayı konu alan pek çok roman ve tiyatro oyunu yazıldı. 2003 yapımı Hürrem Sultan dizisinde Mehmet Çerezcioğlu tarafından, 2011 yapımı Muhteşem Yüzyıl dizisinde ise Gürkan Uygun tarafından canlandırıldı. 2021’de Sinan Operası bestelendi. 1982-95 yılları arasındaki 10.000 liralık Türk banknotlarının arkasında yine onun resmi vardı.

 

Mimar Sinan hayatına 400’e yakın eser sığdırdı. İnsan bazen bu sayıya inanamıyor. Bu eserlerden 200’e yakını günümüze ulaştı. Eserlerinin çoğu İstanbul’da bir kısmı ise Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde. Geri kalan kısmı ise Türkiye sınırları dışında, değişik ülkelerde. Sinan’ın bir kısmı hala ayakta olan eserleri Macaristan, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, Kırım, Irak, Suriye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde bulunuyor.

Sinan’ın büyüklüğü eserlerinin çokluğundan kaynaklanmıyor. Onun büyüklüğü yaptığı eserlerin kalitesinden kaynaklanıyor. Onun sadece bir Şehzadesi, bir Süleymaniyesi, bir Selimiyesi veya bir Kırkçeşmesi bile dehasını kanıtlamaya yeter. Her bir büyük eseri tasarımının özgünlüğünü gösterecek güçte. Bu da Sinan’ı daha bir ölümsüz kılıyor. Ölümünün üzerinden neredeyse 5 yüzyıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, onun tasarımındaki canlılık, gücünden ve değerinden hiçbir şey kaybetmiyor.

Günümüzde her şeyin ihtiyacı karşılamak adına yapıldığını düşünecek olursak Sinan’ın sanatı daha bir önem kazanıyor. Beton ve demir yığını, estetikten yoksun yapılar belki ihtiyacımızı karşılıyor ama insana huzur vermiyor. Ruhsuz beton yığınlarıyla dolu bir yere yaşam alanı demek ne kadar mümkünse, estetikten ve sanattan yoksun bir topluma gelişmiş demek de o kadar mümkün. Bu yüzden Sinan’dan öğrenmemiz gereken çok şey var. Onun yüzlerce yıl sonra bile hala ayakta olan eserlerini her ziyaret ettiğinizde biraz daha uzun kalmaya gayret edin ve Sinan’ın şu sözünü hatırlayın:

“Yaptığın işi gönlünde hissedersen ırmaklar çağlar içinde”

Kaynaklar ve İleri Okuma:

Yapılar Kitabı: Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye – SÂÎ MUSTAFA ÇELEBİ

Sinan’ın Sanatı ve Selimiye – DOĞAN KUBAN

Yüzyılların Mimarı Mimar Sinan – DENİZ YILMAZ

Mimar Sinan – Prof. SUPHİ SAATÇİ

Mimar Sinan – OSMAN ÖZBAHÇE

Mimar Sinan – AHMET REFİK

Sinan bin Abdülmennan – SELÇUK MÜLAYİM

Mimar Sinan – TUĞBA SARIÜNAL

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen adınızı buraya girin